Bu kitaptaki öyküleri anlatmanın en iyi yolu öykülerin benzerini yazmak sanıyorum, formülü tarifi çok açık olduğu için kolay iş. Başlıyoruz. “Aşkından Dağları Deldi Devlet Ona Para Verdi”. Öykünün adı bu olsun, dümdüz öykü adları var ama bombastik olanlardan çarpayım az. Gerisi şudur: “O yaz Koşfik Sülü’nün kafayı çama sürttüğü yazdı, belki meşeye de sürtmüştür, bilmiyorum ama yaz sıcağında Mustafakemalpaşa’nın nehirlerinde tutulan balıkların hayrını görmediğimizi biliyorum. Müstantik’in sarı patpatının havaya uçtuğu sırada saçtığı kıvılcımları da. Her şey donmuş gibiydi, ağır çekimde ilerliyordu hayat, sıcağın dondurduğu günler bir türlü devrilmek, yerini bir sonrakine bırakmak istemiyordu. Mustafakemalpaşa yanıyordu ve ben Zülal’e âşıktım, Zülal benim ömrümün dörtte biriydi, geri kalan üçte birinde bambaşka yerlerde olacağımızı biliyordum çünkü kimse kalmak istemezdi burada, herkes kaçmak isterdi, kaçmanın en iyi yolu da üniversiteye gitmek olduğu için dershanelere yığılır, başımızı kitaplardan kaldırmazdık. Zülal’le dershanede tanıştık, Koşfik’le daha önceden tanışıyorduk ama birlikte âşık olduk, her şeyde beraberiz. En iyi dostumdu o zaman Koşfik, babasının kenef bekçiliğinden kalan zamanlarında yaptığı oltaları satmak için nehir boyunca dolanır, balıkları kaçırdığı için ara sıra dayak yerdi. Benden de ara sıra dayak yerdi, hatta Müstantik’ten de yediğini biliyorum, bu yüzden patpatın havaya uçtuğu sırada aklıma Koşfik gelmişti. Kaderimiz gazetelerde afişe edilecekti, nerelere dağılacağımızı tahmin bile edemiyorduk, Zülal’in yazdığı yerleri evlerine temizliğe giden Müşfak Abla’dan öğrenmiştim de olduğu gibi kopya etmiştim tercihlerini. “Lan salak, sen nereden kazanacaksın hukuku?” diye dalga geçen Koşfik’i dövmüştüm ama severdim de, çocukluktan beri Mustafakemalpaşa’nın bok kokulu sokaklarında dolanır, Dildocu Kamil’in dükkânının önünde top oynardık. Askerlere leblebi attığımız da olurdu, biz hiç sevmezdik asker, öyle rap rap yürüdükleri zaman gülerdik, karıları kızları falan gazinolarda eğlenirler, saçlarını zavallı erata kestirirler, işlerini güçlerini gördürürler. Asker çok pis bir şey, devlet daha da pis çünkü o daireler, masalar, memurlar nedir, ne kötü şeydir devlet, bunu da bodoslamadan sokayım metne ki misyon icabı yapacağım eleştiri kendi fikrim olacakken olmasın, anlatıcılıktan halliceliğim meydana çıksın. Sonra Mustafakemalpaşa tam sarılasıydı, böyle tazecik çiçek gibiydi, sıcağından illallah etmiştik ama maşallah da derdik arada, o kadar güzel bir şehirdi çünkü bildiğiniz gibi Anadolu’da doksanlar, seksenler, yetmişler falan, taşranın sıkıcılığında anlatılar benim ve türevlerimin işidir, ne kadar sıkıcı olsak da kayıt altına almak isteriz bunları, hani televizyon bizi dünyaya bağlayan tek aygıt diye futbol turnuvaları baş tacımız olur, yarışmalar hayalimiz, bu yüzden dönemin yabancı futbolcularıyla ilgili hayaller kurarız ve bu hayalleri mahallemizin dallama karakterleriyle, bilmem ne bela dertleriyle aynı kefeye koyarız çünkü yapacak hiçbir şey yoktur gerçekten, öylesi mahrumiyet bölgesidir burası, sıkıntıdan herkes birbirine sarar, olmayacak işler yapar. Mesela Kahtalı Mıçe’nin kasetleri hemen her evde çalardı, sokağa dökülen o leziz ses Zülal’e duyduğum sevdayı katmerler, beni adeta bir sevgi leğenine çevirirdi. Hukuk kazanamayacak mıydım, o zaman kazardım ben de, Zülal’in evine kadar giden gizli bir tünel inşa ederdim. Gizli tüneller kalplerin aortları gibidir, kazdıkça sevdanın neşidesi popo kırbacı gibi şaklar. Neden bu sevdaları daha dayanıklı bir malzemeden yapmıyorlar? Latex sevda isterdim. Müstantik’le duvar dibinde çekirdek çitlerken Koşfik’in geldiğini gördük sonra, kadro tamamlanınca onlara planımdan bahsettim. Çıt çıt çekirdek çitlemeye devam eden Koşfik’in ensesine bir tane patlattım çünkü dikkatimi dağıtıyordu, patlattığımı gören Müstantik de bir tane patlattı ve Dildocu’dan aldığı dondurmayı Koşfik’in ağzına soktu. O an intikam alacağını anlamıştım Koşfik’in, gözlerini kan basıp lokomotif gibi buhar çıkarmaya başladığında birilerinin başına bir iş geleceğini anlardım. Balıkçıların oltalarının kırılması, Lala Şahin’in türbesinin orada ayyaşların dayak yemesi, Biçki Dikiş Muharrem’in kafasına kuş sıçması, her şeyin sorumlusu Koşfik’ti, topladığı kozmik enerjinin devletten de apardığı negatifliğiyle kasabamıza kabus gibi çökerdi Koşfik, dostluğumuz biraz da bu felaketleri önlemek ve geometriden çözemediğim soruları çözdürmek içindi zira analitik geometri uzayından çok iyi anlardı Koşfik, patpatı patlatmasını bu yüce bilgeliğine bağlıyorum. Gerçi sıkıcılıktan uzaklaştım biraz, oysa çok sıkıcı bir çocukluk ve gençlikti anlatmam gereken, taşrada Kemalist otokratik kutokratik bir şeylerin eleştirisi, suyundan da koyunca. Sokak hayvanlarından bahsetmedim ama kediler köpekler falan var tabii, kasaba onlarsız düşünülemez çünkü kediler, süper bir şey söyleyeceğim şimdi, oyunculuklarıyla yaşamın kaya kadar ağır yükünü hafifletirler, yaşam da böyle hafiflemelerin estirdiği bir sümbül çişi kokusu değil midir zaten, böyle büyük büyük laflar ettiğim zaman Koşfik’in de bana bir tane patlatmasını isterdim ama Yüz Numara Fikri’nin o nefis esansı aklımdan çıkmazdı, balıkçıların takıldığı yerler o esansla dolardı, nehrin kenarında yüzdürdüğümüz kâğıttan gemileri evde babalarımıza yaptırdığımız minyatür mancınıklarla batırmaya çalışırdık çünkü taşradaydık, taşra inanılmaz boğucuydu ve çoktan öldüğümüzü bilmezdik, ancak anlatırdık böyle, başka da yapacak bir şey yoktu, üstelik başka türlü anlatmayı da bilmezdik, aynı şeyi çevirip çevirip ipe dizerdik, asgari öyküden bir milim öteye gitmeye niyetimiz yoktu çünkü önceliğimiz bu değildi, önceliğimiz güruhun alkışlarıydı, ortalama olandı, onu yakaladık mı bırakmamak için bildiğimizin dışına çıkmazdık. Sonra kürekleri aldık, başladık kazmaya. Fışkiye Nüfamettin’den yirmi şişe suyu borç yazdırıp getirmiştim, tünel hızla ilerliyordu, bizimkiler işlerinde mahirdi, Müstantik patpatıyla toprağı alıp dışarı atıyor, Dildocu’nun bahçesini toprakla dolduruyordu. E tabii solcular da geri durmuyor, sloganlar atarken tünele girmeye çalışıyorlardı. Erdek’in badak kokan sahilinden gelen zarganalar için ayrı bir tünel açılmıştı, hele Yüzbaşı Volkan Mahmut öyle bir giriş girmişti ki tüneli tamamlamış, Zülal’in babasının namaz kıldığı odaya abdestsiz uçağıyla bir başka gelmişti. Sonra biyoloji dersinin son dakikalarını düşünmüştüm, Zülal nasıl da biyolojikti, kalbimin çanlarını yüz iki kez çınlatırken Zırto Dündar bize camdan pamuk helva uzatıyordu, bir parçasını Zülal’e vermeme rağmen diğer parçasını da verdiğim için Müstantik isyan etmiş, hocaya beni ispiyonlamıştı. Öyle şerefsizdi Müstantik, Mustafakemalpaşa’da patpatlı tek arkadaşımızdı, Mecburiyet Caddesi’nde dolanmak için aleti ödünç verirken canımıza okurdu. Ben Koşfik’le dolanır, kızlara dondurma ısmarlardım ama en büyüğü Zülal’indi elbet, güneş batarken başını ağaçlara sürtmeye başlayan Koşfik’in yakında kafayı yiyeceğini biliyordum çünkü hangi güneş batımında biraz olsun delirmez ki insan öyle bir güzellik karşısında? Tünele sürteceğini aklımın ucundan dahi geçirmezdim. Uçağın peşi sıra gidip odanın kapısına kafa attığında her şeyin bittiğini anlamıştım, Mustafakemalpaşa’da dostlar kaybolmuş, çocukluk arkadaşlarım bilmem ne cehenneme gitmişlerdi. Süper yalancı olduğumu düşünenler vardı, oysa birazcık baksalar neyi nasıl anlattığımı görecekler, o kadar da kapılamayacaklardı söylediklerime. Aslında pek de bir şey anlatmıyordum, dilim tatlıydı sadece, azıcık dilim vardı, başka hiçbir şeyim yoktu. Kahvedeki Hilmi Dayı’dan pek farkım yoktu yani, o da etrafına topladıklarına çay ısmarlatır, hüpletirken başından geçen aşırı inanılmaz ve sıkıntıdan kafaya sıktırıcı hikâyelerini keyifle anlatırdı. Sonra biz üniversiteyi kazanıp gittiğimiz zaman kasaba biraz rahat etti ama diğer kasabaların çekeceği vardı daha, birileri bunları anlatmamızı istiyor ve kasabaların canına okuyordu tekdüzelikle, sanki yüz beşinci kez aynı şeyi yaparsak gerçekten iyi bir şey yaparmışız gibi. Yozgat falan, Allah’ım, ne süper anlatıyorduk.”
Cevap yaz