1995’te Yunus Nadi Roman Ödülü’ne değer görülen Soğuma bir ilk roman. Öztaş’ın şiirlerini severim, öykülerini daha da severim ama Soğuma için söyleyeceğim olumlu eleştirilerin sesini kısacağım az, iyi bir fikrin vasat altı düzeyde uygulanması hayal kırıklığı yarattı. 2666‘nın da etkisi vardır muhtemelen, her ne kadar iki metin arasında büyük farklar olsa da ünlü bir yazarın izini sürme teması ortak, Bolaño da çıtayı arşa çıkardığı için kıyaslayınca Soğuma‘nın problemleri daha bir belirginleşiyor. Övgüyle başlamak istedim, yapı kusursuz. Kayıp yazar Cemil Raşit hakkında araştırma yapmak isteyen akademisyen Nedim Eren’in yaşadıkları ilk katman, Cemil Raşit’in son romanı Soğuk Tanrı‘nın Nedim Eren tarafından bulunan alternatif versiyonu ikinci katman, metin içinde metin. Cemil Raşit’in yaşamının bilinen kısmı ve arkadaşlarının tanıklıkları üç, Soğuk Tanrı‘nın içindeki uzun öykü de dört. Bölümler arasındaki geçişler başarılı, yazar ve eser arasındaki bağlantılar, Eren’in takıntı haline getirdiği araştırmanın ortaya çıkardıkları iyi kurgulanmış, Cemil Raşit’in arkadaşlarının verdikleri ve gizledikleri bilgilerin anlatıyı götürdüğü noktalar mantıklı ve sürükleyici, 6-7 Eylül’ün anıştırılması ve darbeler yüzünden ortaya çıkan korku ikliminin yansıtılması da hoş ama diyaloglar o kadar başarısız ve Soğuk Tanrı‘daki karakterin arayışı o kadar sakil ki metin o meşhur yanılsamayı uyandıramıyor, bir kurmacayla karşı karşıya olduğumuzu her sayfada hatırlıyoruz. Temeldeki problem anlatının hemen her bölümünde karşımıza çıkıyor, diyalog ağırlıklı bölümlerde insanların “karakter olduklarını bilir gibi konuşmaları” diyeceğim, önemli bir kusur. Öztaş’ın ikili ilişkileri yansıtmasında pek başarılı olduğu söylenemez, bunun yanında hoş icatları da var. Soğuk Tanrı‘da adı anılmayan, “Adanın Uzun Şairi” olarak karşımıza çıkan Leonard Cohen’ın metne katkısı kısa sürse de hoş bir sürpriz mesela. Cemil Raşit’in Yunan adalarını gezdiği sırada Cohen’ın çoktan Hydra’dan ayrıldığını belirliyor Eren, yazarın ne kadar otobiyografik ögelerden yararlandığını ortaya çıkarmaya çalışırken elde ettiği verileri değerlendirmesi, yazarlığın ve yaşamın anlamlarını irdelemesi keyifli. Pek sevdiği yazarın bir anda ortadan kaybolmasının ardındaki gizemi çözmeye çalışırken Raşit’in kişisel yaşamındaki ilişkileri romandaki karakterin ilişkileriyle karşılaştırması, Raşit’in arkadaşlarının tuhaf sanat ortamında şahit olduğu halleri, aldığı önerilerle işi soruşturmaya dökmesi ve Raşit’in diğer metinlerine de uzanan araştırmasını derinleştirmesi ilerleyen bölümlerde kurmacayla gerçeklik arasındaki sınırı ortadan kaldırarak hayatını yarı bir düş gibi yaşamasına neden olacak, hatta bir noktada elde ettiği bilgilerle Raşit’in merkezinde olduğu bir roman yazmayı bile düşünecek Eren, nihayetinde araştırmasını destekleyen esas anlatıcıya verdiği dosya okuduğumuz metne dönüşecek, sıklıkla kullanılan bir teknik olsa da Öztaş’ın bir arada sıkı sıkıya tuttuğu kurgu parçaları takdire değer bir niteliğe sahip, benim okumaya devam etmemi bu şahane yapı sağladı. Kitabı yarıda bırakma hakkımı kullanmadım, belki ilerleyen bölümlerde kuru anlatımın ve metnin yavan bölümlerinin bir amacı vardır diye düşündüm ama yokmuş, Öztaş bilinen bir numarayla nokta koydu metne.
Sıkıntılı bölümlere geliyorum, Soğuk Tanrı‘nın hikâyesi hiçbir yenilik taşımıyor, tipik bir geçmişe yolculuk konusunu işliyor, ilişkilerin ipleri de son derece gevşek. “A” diyeyim karaktere, A İstanbul’da yaşayan, geceleri ortamlarda boy gösteren, zampara arkadaşlarıyla birlikte vakit geçirmeyi seven biri. Entelektüel, gazeteci ve âşık, modellik yapan Ebru’ya tutulduktan sonra hayatı kayıyor. Birlikte yaşamaya başladıktan kısa bir süre sonra Ebru’nun sadakatsizliğine dair şüpheleri açığa çıktıkça aşkın doğası, ilişkinin dinamikleri hakkında düşünmeye başlıyor ve bütün olumsuzlukları görmezden geliyor bir süre, hissettiklerini irdelediği kısımlar âşık bir erkeğin sıkı bir çözümlemesi bu arada. Ebru’nun umursamaz davranışları arttıkça açıklar büyüyor, A en sonunda patlıyor ve ayrılıyorlar. Bir noktada Düş Kadın, Düş Gemi ve yanardağ izlekleri karşımıza çıkıyor, aşk acısını bir türlü atlatamayıp Ebru’yu bulmak için yapmadığı şey kalmayan A rüyasında gördüğü imgelerin peşinden gitmeye başlıyor bir süre sonra, ideal kadını yaratıp yaşamında karşılaştığı kadınları belli bir kimliğe oturtmaya çalışıyor ama başarılı olamıyor, gördüğü mitik, düşsel bir gemiyi de aklından çıkaramayınca merakını tatmin etmekten başka bir şey düşünemiyor, düşsel kadınının çocukluk arkadaşı olduğunu düşünerek Girit’e gitmeye karar veriyor, 6-7 Eylül olaylarında Türkiye’den göçen Yunan arkadaşının Girit’teki bir üniversitede çalıştığını öğrenince yola çıkıyor. Büyük şans, kurgu için de olumsuzluk: Girit’teki üniversitede düzenlenen bir etkinliği basıp birkaç profesörü öldüren, araştırma görevlilerini de yaralayan bir adamın haberi çalıştığı gazeteye geliyor, yaralıların adlarına baktığında çocukluk arkadaşının adını görüyor ve araştırmalarının bir yere varmadığı noktada bulduğu izin peşine düşüyor böylece. Anlatı polisiye bir nitelik kazanıyor, arkadaşının peşinde adaları birer birer gezmeye başlayan A’nın yaşadıkları ibretlik. Gizemli karakterler ortaya çıkıp kayboluyorlar, A başka bir kadını ararken aslında bir film çekiminin tam ortasında yer aldığını, umutsuzluğunun sanat için kullanılacağını öğreniyor örneğin, çocukluk arkadaşının saldırıyı düzenleyen örgütle doğrudan bağı olduğu ortaya çıkıyor, bu sırada determinizm ve entropiyle ilgili görüşlerini zihnine zerk eden bir karakterin etkisinde kalarak yaşamına bambaşka bir pencereden bakmaya başlıyor Eren, Türkiye’ye döndükten sonra Ebru’yla tekrar bir araya geliyorlar ve yine ıskalıyorlar birbirlerini falan, bağlantılar o kadar gevşek ki kurgu sallanıyor, tatmin etmiyor hiç. Odysseus benzetmesi de kotarmıyor işi, Siren adlı karakterin de oluşumuna yardım ettiği mitik hava anlatının geri kalanına hiç uymuyor, çoğu karakterin varlığına gerek yok. Raşit’in en iyi metninin vasat altı olması bu kez diğer katmanları da çürütüyor, yaratılan kayıp dâhi miti inandırıcılığını yitiriyor. Düşsel gemisinin peşinde geçirdiği zaman, gördüğü rüyaların yorumlanması fazlalık, sondaki Ebru vakası da bir diğer problem. Kısacası övüldükçe övülen Soğuk Tanrı iyi kurulmadığı için çorbaya dönen bir serüven hikâyesinden öteye gidemiyor, koparılan fırtınaya değecek bir metin değil.
En iyi bölümler Eren’in kurguyla gerçek arasında kaldığı bölümler olsa gerek, Raşit’in ilişki kurduğu kadınlarla yaptığı konuşmaları romanda bulmaya çalışması, düşsel geminin gerçekten var olduğunu öğrenmesi hoş. Avrupa’ya sürgüne giden Raşit’in uzun zamandan sonra döndüğü için onuruna verilen yemekte neler olduğunu anlaması da pek ilginç, Raşit’in olayların ortasında yer alan arkadaşından öğrendiğine göre o yemekte pek neşeliymiş Raşit, huyu olmamasına rağmen metinleri hakkında durmadan konuşmuş, sonra kendini suya bırakarak ortadan kayboluvermiş. Numara hepsi, yaşananları anlatan arkadaşı Raşit’e pek benzediği ve ünlü bir oyuncu olduğu için Raşit’in oyununda oynamayı kabul ederek arkadaşının kılığına girmiş, kendini aşağı atıvermiş ama söz verdiği gibi kayıkla almamış arkadaşını Raşit, adam kıyıya zar zor giderek hayatını kurtarmış. Sonrası kayıp, Raşit’in nereye gittiği, ne yaptığı bilinmiyor. Eren görüştüğü her kişiden, eriştiği her bilgiden sonra hedefe bir adım daha yaklaştığını düşünse de Raşit’in iç içe kurduğu oyunların son adımını göremeden pes ediyor, arayışın kendisinin önemli olduğuna dair bir çıkarımla sonlanıyor anlatı.
Çok daha iyi işlense 2666 seviyesinde bir metin olurmuş bu, olmamış ne yazık ki. Kurgu içinde kurguyu sevenler mutlaka okumalı, bu açıdan iyi bir metin ama zorluyor, her bir diyalog, katmanların anlatıcılarının sahip olduğu aynı ses, romanda peşinden gidilen hedeflerin anlamsızlığı çok zorluyor. İlginç bir deneme olarak kabul edeceğim, edebiyatla haşır neşirlere de öneririm ama kaynağı kısıtlı olanlara tavsiye edemiyorum.
Cevap yaz