Oflaz’ın 1980’den sonraki ilginç seyrine dokunmadan sırf anılarını anlatacağım çünkü başım döndü bakarken, yazdığı mecralardan yazılarında ele aldığı meselelere dek şöyle iyi bir araştırmak lazım. Bu kitabında 12 Eylül’den sonra hapse giren ilk gazeteci olarak yaşadıklarını anlatıyor, yerli ve yabancı basında günü gününe yazılmış ama sade o haberlere dayanarak çatmak istememiş metni, kendi öyküsünü anlatıp haberleri aralara serpiştirmiş, biçim böyle. Yaşadıklarını yazmış Oflaz, yaşadıklarından başka bir şey yazmamış. Düşündüklerinden de başka bir şey yazmamıştır, Süleyman Demirel’in karşısına çıktığında aklından ne geçiyorsa var burada. Demirel’e sesleniyor Oflaz, ilk bölümde ayrılık aşaması. “Karşılıklı oturmuştuk. Ama sen, sana veda etmeye geldiğimi bilemezdin. Bilemezdin içimde inançlarım ile sana olan duygularım ve ona arka çıkan çıkarlarım arasında uzun süredir süren iç savaşı…” (s. 9) Oflaz’ın içinde savaş, ülkede de iç savaş, iki cepheye bölünmüş insan ve ülke. Tanıştıkları zamanki Demirel olsaymış ikna etmeye çalışırmış Oflaz, o liberal baba mutlaka dinler, demokratik hak ve özgürlükleri yok etmeye kalkmazmış, yolların yürümekle aşınmayacağı gibi düşünmenin de zararlı olmadığını anlayabilirmiş, böylece milyonlarca taraftarının kafasına hoşgörü tohumları ekebilirmiş, hatta sosyal demokratlarla el ele verip anarşi ortamını da bitirebilirmiş. Komik geldi burası, sebeple sonuçtan çorba yapınca böyle oluyor. Neyse, liberal çizginin sağına sürüklenmiş artık Demirel, dünün dünken bugünün bugün olması en temel insan haklarını çiğnemesine yol açmış, haliyle Oflaz’a tersmiş bu durum, inanç özgürlüğü başta olmak üzere pek çok değerin rafa kaldırılmasına katlanmak mümkün değilmiş. “Eğer senin yanında kalırsam, hep inançlarımı katlederek, hep düşüncelerimi kurşuna dizerek yazacaktım yazılarımı. Ve hep kendi kafamla değil, senin kafanla düşünecek, omuzlarımın üzerinde kendi kafamı değil, senin kafanı taşıyacaktım.” (s. 11) Vicdan ve duygular çatışmaya başlıyor bu noktada, başbakanın yanında parlak bir gelecek var ama insanlık yok, her zaman baba şefkati göstermiş bir adamı yolda bırakmak doğru değil ama baba çoktan yolda bırakmış yanındakileri, başına buyrukluğuyla pes ettirmiş sevdiklerini, yetermiş artık. Demirel bu tiradı dinlerken masasındaki kâğıtları alıp parça parça etmeye başlamış, minik dağlar dikmiş ortaya, sıkıldığı zamanlarda yaptığı gibi. Oflaz lafını bitirince ayağa kalkmış, baba figürünün elini sıkıp çıkmış odadan, özgürce yazabileceği gazetede çalışacağı için memnunmuş. Bir memnun olmayan sevgilisi herhalde, pek görmeyeceğiz ama çıkıştığını işiteceğiz sevgilinin, hani her şeyi söylemek zorunda değilmiş Oflaz, hele durumlar o kadar karışıkken, memlekette kaos varken çenesini kapalı tutsa olurmuş ama tutamazmış tabii, konuşmak zorundaymış sanki vatanı o kurtaracakmışçasına. Hapis zamanların ortada yok bu sevgili, hapse girme tehlikesi bulunmayan birilerinin yanındadır belki, Oflaz düşünüp üzülüyor ama hak bildiği yolda yalnız yürüyen biri, kafaya takmıyor bir süre sonra, kimse için dilini bağlayamaz.
Aydınlık‘ta yazmaya başlar Oflaz, demokrasiye dair düşüncelerini cuntanın kök söktürdüğü zamanlarda yüksek sesle dile getirir. “Bireyci bir dünyadan toplumcu bir dünyaya” gelmiştir, bölüşülen ekmekten yer, paylaşılan sudan içer falan, bir lokma bir hırka felsefesiyle hareket etmeye başlar zira herkes o dönem yüzüğünü, bileziğini partilere, gazetelere bağışlarken tamah eder. Üfürme gibi geldi bunlar bana, ermişçesine sözler aşırıya kaçıyor ama durmuyor Oflaz, yaralı insanların yanında yer aldığı için mutlu. Emekçi Partisi’nin kapatılması üzerine yazdığı yazıyı bu hislerle yazıyor, sonra savcının karşısına çıkarılıyor küttedek. Bölücülük yaptığı gerekçesiyle kapatılan partiyi övdüğü için savunmasını veren Oflaz en büyük bölücülerin ırkçılar olduğunu söyleyince fişlenmiş oluyor aslında, milliyetçiliğin arşa erdiği o devirde eyvah. Henüz belli değil davanın açılıp açılmayacağı, Oflaz bir süre rahat, sonra bir anda Selimiye Kışlası’ndaki mahkeme salonuna atlıyoruz, dava süreci, avukatına göre tek bir cümleden mahkûm edilemez Oflaz, edilmemeli. Edilirse de Askerî Yargıtay’da bozulur karar, oysa bu hak bile alınacak yazarın elinden. Bir akşam arkadaşıyla takılırken televizyondan duyacak adını, bir buçuk yıl hapse çarptırıldığını öğrenecek, donup kalacak. Sonradan çıkan bir yasanın failin aleyhine kullanılması, dosyanın avukat savunması ve bilirkişi raporu olmadan oluşturulması derken cezayı gerçekten alıyor Oflaz, kafasında deli sorular, hukuksuzluğu her açıdan ortaya koyan cevaplar derken dört ay erteletiyor cezasını annesinin sağlık problemi nedeniyle. Arada birtakım hislenmeler, duygusal patlamalar var, doğrudan olayları aktaracağım: bir gün evine mi dönüyor Oflaz, bir yerde yürürken bakıyor ki birileri takipte, hemen Yargıtay üyesi bir tanıdığının oturduğu apartmana giriyor. Evde kimse yok, çaresiz çıkıyor dışarı, bir de bakıyor ki otomatik tüfeklerin namlularıyla göz göze. Alıyorlar hemen, kimseyle konuşturmadan sorguya başlıyorlar. Bu da başka dava, Bülent Ecevit’in yardımcısı Orhan Birgit’in yönetiminde çıkan bir gazetede 12 Eylül’ün başlarında yazdığı yazılardan da ceza alabilir Oflaz, uzun süre içeride kalabileceğini düşünerek hemen evine gitmesi, annesi ve kardeşiyle kucaklaşması acı. “Ve bazen de mutluluk, ‘Anlat bunları, dışarı çıkar çıkmaz anlat, senin bunları anlatma şansın var’ diyen yaralı insanlara verdiğin sözü tutmaktır. Gözaltından çıktığım günün akşamüstü Cumhuriyet gazetesinde karşılaştığım İtalya’nın Republica gazetesinin muhabirine ve oradakilere tanık olduklarımı bir yandan mutsuz bir şekilde, ama öte yandan da verdiğim sözü tutmanın mutluluğuyla anlatıyordum.” (s. 35) Karakola çağırılıyor sık sık Oflaz, bir gün sislerin içinde karakolu bulmaya çalışırken karşıdan gelen birine yol soruyor, karakoldan karakola sürüklenmesine rağmen hâlâ karakolu aramasına hayret ettiğini söylüyor karşısındaki: Çetin Altan. O da yazacak bu çarpıklığı, Oktay Akbal yazacak, Nazlı Ilıcak, Uğur Mumcu, herkes yazacak yirmilerinin sonundaki genç gazetecinin başına gelenleri. Dalga geçer gibi almıyorlar bir de hapishaneye, karar henüz ulaşmadığı için geri gönderiyorlar, birkaç gün daha hapsedilmeyi bekliyor Oflaz. Arkadaşlarından birinin telefon ettiği Adalet Bakanı belki değiştirir işleri, değiştirmiştir, umut da doğuyor ama üç gün sürüyor sadece. Üç günün sonunda hapishane. Ha, örnek bir vaka var, mahkûm hapis cezasının yanında küçük de bir para cezası aldığı için karar bozulmuş, Oflaz da para cezası alacağı bir suç işleseymiş yırtacakmış. Üç yıldan az cezaların iyice indirilmesine dair karar da etkilemiyor durumu, Oflaz hapis yatarken kafayı yememek için çalışmalarına yöneliyor ama savcının verdiği daktiloyu mektup yazmak için değil de kitap yazmak için kullandığından paparayı yiyor, aleti alınıyor elinden. Hukuk Fakültesi’nden yakın arkadaşı koğuşa girip selam verene kadar durum nanay, meğer o arkadaş hapishane savcısı olmuş da öyle gelmiş. Biraz rahatlık, sadece biraz.
Hapisten çıktığı zaman hemen Adalet Bakanlığı’na gidiyor Oflaz, mekânı basıyor resmen, polisi falan arkasına takarak -bu bölüm ilginç gerçekten, adamı paketlerler bugün böyle bir şey olsa- fırtına gibi esiyor binada, gazetecileri peşinden sürükleyerek Bakan’ın odasına giriyor. Toplantı halindeler, kalem müdüründen bilmem ne müdürüne, müsteşarlar falan herkes orada. Açıyor ağzını yumuyor gözünü Oflaz, başına gelenleri bir bir haykırıyor, Bakan’a postayı koyup çıkıyor oradan. Cuntaya karşı ilk eylemi düzenliyor sonra, sesini kıstırmıyor. “Cezaevi kapılarında tanışan, önce ahbap, sonra akraba, sonra akrabadan da ileri olup binlerce aileden tek bir aile oluşturan bu insanları birbirlerine bağlayan kan bağı değil, can bağıydı. Hepsinin canları içerideydi çünkü. Ve hep içerideki canlarımız sağ salim dışarı çıkacak mı korkusuyla yaşıyorlardı.” (s. 104)
1980’lerden bir tanıklık. Okunmalı.
Cevap yaz