Túpac Amaru II dört ata bağlanır, bedeninin dört parçası ülkenin dört bir yanına gömülecektir. İspanyollar hazır, at faslından önce hükümdarın dostlarını, ailesini katletmişler, son darbeyle binlerce yıllık uygarlığı ortadan kaldıracaklar. Dayanır hükümdar, atlar çok zorlamaz, direnç toprağa karışır. Kafasını keserler hükümdarın, bedenini dörde bölerler, böylece 200 yıldır yabanda yaşayan krallık bütün ülkeye dağılır. Beden parçaları gömüldükleri yerde harekete geçip bir araya gelerek hükümdarı tekrar oluşturur, böylece başka bir yenilgiye giden yol aralanır. Latin Amerika’nın kederi: insan özgürlük için savaşır, ölümü anlamsızdır çünkü o topraklarda kanıksanan döngülerin bir parçasıdır artık, işgalcilerin bedenleriyle kendi bedenlerini ayırt edemezler. Kentlerin kurulması kayıpları istatistiklere sokar anca, terör sürer. Azizler koruyamayacak kadar yorgundur, İsa acısını paylaşan inananlarının ellerinden tutar bir, gerisi Perululara kalmıştır. “Bizler, unutulmuş bir olayın tanıkları, bir gizin ortakları; gerçekleri hemen farklı bir dil yaratma gereği olan kişilermişiz gibi düşünmekten ve saçmalamaktan başka ne yapabiliriz ki? Bu bilmeyen ve her şeyi açıklayan, korunacak ve kullanılacak imgesi olmayan, kendi tarihini uyduran bir dil? Bu alfabe saymaca değil, onu rastlantıyla fark edecek kişi için açık seçik olmayacak, çünkü kopuk parçaları, belirsiz noktaları, yalnızca sesin, varlığın, en gizli kıvrımın, kulağın ve yankının sezildiği karanlık alanı birleştirmek gerekecek.” (s. 107) Önüne çıkanı katıp götüren sel, tarihle güncelin parçalanıp karıştığı, karakterlerin gecenin içinde yitip her şeyin bir parçası haline geldiği anlatı. Mizón tam anlamıyla paramparça bir hikâyeyi birleştirmeye çalışmıyor, olduğu gibi sunuyor, dili de imgelerle doldurduktan sonra karakterlerin ime dönüşmeleri, Kızılderili’nin yer yer hükümdar olarak, işçi olarak, tüccar olarak, eşcinsel olarak katledilmesi, ama mutlaka katledilmesi, Gabriel’in yıllar sonra ülkesine döndüğü zaman aynı şiirin içinde yitip gitmesi ve karşılaştığı insanların onu kıyıya çekmeye çalışmaması, ailenin hayatta kalmak için dağılmak zorunda olması biçemden kaçyama, kaç örgü çıkarırsa çıkarsın, deseni görmemek mümkün değil. Bartolomé bütün rahatsızlığına, akli dengesinin kaykıklığına rağmen topluma uyum sağlamışsa o toplumdan sağalma beklenmeyeceği mutlak, bu yüzden arkadaşına göre daha çabuk kabullenmiş yaşamı Bartolomé, bu yüzden Gabriel başka bir gerçekliğe, yaşam biçimine kavuşmak için gittiği Avrupa’dan döndüğünde -Sartre, Camus, birileri hayatın ne olduğunu anlatmıştır ama hiç kimse yüzyıllardır sömürülen, öldürülen bir halkın yaşamı nasıl deneyimlediğini anlayamadığı için tek sözcük yazamamıştır- kayışı koparmaya başlar, aralarındaki kontrast belirgindir, birinin çöküşü diğerinin sabitliğine vardığı zaman eşitlenirler. İki insanın öylesi eşitlendiğini görmek nadirdir, birbirlerinin bedenlerini dahi ayırt edemezler, eşcinsellik tam bu noktada ortaya çıkar. “Latin hüznü ile Kızılderili hüznü dağlardan denize kadar her yeri kaplar; ikisi de hissediyordu bunu, soluyordu, neredeyse dokunuyordu. Gabriel ve Bartolomé, mekânla birlikte değil, zamanla, dakika dakika değişen basamakları ve taraçaları tırmanıyorlardı. Hüznün engelini aşıyorlardı.” (s. 114) Gabriel için işler biraz daha zor, Güney’de geçen çocukluğu yoksunluklarla doludur, öyle ki yıllar sonra babasıyla annesinin mezarına gittiği zaman o boşluğun çoktan dolduğunu hissedecektir. Kanaması ayrı, geriye hiçbir hikâye kalmadığı için yeri bile belirsizdir annenin, birkaç anı kırıntısı yetseydi acıya denk sevgiyi bilirdi. Silahı kafasına dayayıp tetiği çekmiştir anne, hayata getirdiği çocuğun sahip olmadığı geleceği kendisinin bulduğunu nasıl düşündüyse, eşinin kıyıcılığından ne kadar bunaldıysa bırakır gider her şeyi, öteki insanlar her türlü engeli aşabilirken anneyle baba bir noktada takılıp kalırlar, geçmişlerini bulamadıkları için dayanacakları hikâyeleri de yoktur, dünyadan gitmek başlı başına hikâyedir. “Saçmalığa, hatta kuşkuya kadar varan düzmece anlatılar hiçbir şeye, hiç kimseye yaramıyordu; yalnızca utanmazlığı, çılgınlığı, belirli bir biçimde de yaklaşan çöküşü, hızla gelen kaosu açığa vuruyorlardı. Masallar ve yalanlar, sonunda düzensizliğin büyük duyarsızlığına benzemeye başlar. Gabriela, kendisini korkutan bu aile çılgınlığından kurtuluyordu. Onları birleştiren, aynı zamanda onlara saçma sapan sözler söylettiren, güldüren ve onları yıkan bu canlı karmaşa.” (s. 116)
Metnin zorluğundan şikayet eden çok, yazarın okuru hiç düşünmediğinden bahsedip aşağılandığını düşünen de çok, haliyle bir şehrin, tarihin imgesini böylesi bir metinde rahat bırakıp, kendimizdeki karşılıklarıyla eşlemeye çalışmayıp sadece yazarı takip etmemiz gerekecek. Yapı kusursuz, yazarın sesinde hiçbir değişiklik olmadığı için itaat kolay, tabii o kusursuzluğu sevmek başka. Dağınıklığı da. Zeminin üzerinde dağınıklık da bir zemindir gerçi, karakterler kendi davranış örüntüleriyle dünyayı tutarlı bir şekilde bağlayabildikleri için karmaşanın altındaki temel sağlam çatılmıştır ya da tam tersi. Lima’da sokaklara “sokak” değil de “parça” denmesi, Gabriel’in geçmişindeki boşlukları üfürülmüş parçalarla doldurmaya çalışması ve anlatıcının -Gabriel’in kuzeninin oğlu- üslubuyla Gabriel’e arka çıkması bir imge, bir izlek, Ölüler Bayramı’nda peşe takılan hayaletlerden gecenin katlarını aşıp gelen ağıtlara kadar ne çok şey var korkutacak. Ayaklarımız yere basmayacak yani, biraz da el yordamı, çabuk alışılır. Uzun zamandır Küçükyalı için bir müphemlik, sisin içindeki siluetler gibi bir tekinsizlik düşünüyordum, bir parça esinlenebilirim bu metinde. İşte, Palekanon Savaşı genişçe bir alana yayıldı, yere düşenler hemen ağaçlara dönüşüp yükseldiler, onlar için zaman anlaşılamayacak kadar hızlı akmaya başladığı için gözlemci bile olamayan orada aynaya baktı, atların tepelere kaçması Aydos’un köylülerini sevindirdi çünkü uzun zamandır gelen metal şakırtılarına nal sesleri karışmıştı nihayet. Çakıştırılacak metal de kalmamıştı gerçi, şehir uzaklarda gri bir çizgiydi, diğer yandan gemilerle gelenler kendi şarkılarını söylerken hikâyelerini de bırakıyorlardı geride, savaş alanına varmadan önce yaşadıklarını ve öldüklerini duyurmuşlardı. Yaşamış olmaları çoktan öldükleri anlamına geliyordu, ölümün uğrayacağı an çoktan geçmişti, zaten yaşanmış olanın ölümünü bekliyorlardı. İşgalciler o kadar yukarılara çıkamadıkları için köylülere dokunamadılar, ağaçlara çıkıp bakanlar savaş alanına parlak taşların yerleştirildiğini gördüler. Kendi şehirlerinin taşlarını ele geçirecekleri şehrin surlarına katacaklardı, böylece tanrıları yeni şehre yerleşebilecekti. Kolu kopacak savaşçılardan birinin omzuna ağrı saplandığı için bir taş eksikti ortada, tanrılar çoktan bire indiyse de sesi binlerce yankıdan oluşuyordu, kaç tanrıya inandıklarını unutanlar taşlarını ovalayıp silahlarını çektiler. Sabri Abi mi, buradan gördü, kendi taşını kapının dibine koyup biraz rüzgâr için dua etti. O bir tanrının savaş meydanına inmesi şehrin kerametiydi, içeride olanların yanında civardaki akışa da karışabilir, iyeliği belirsiz varlıkları taşıyabilirdi ötelere, öyle yaptı. Bir kurban kesildi, kalbi çıkarılan Kızılderili orada ne aradığını hiç düşünmedi, son nefesini üzerine koşan askere mızrak fırlatırken verdi. Nefese binen mızrak taşlardan birini parçalayacak kadar hızlanmıştı, askeri ıskalayıp taşa saplandı. Tanrının uğultusu gökyüzünü kaplayınca savaşı durdurdular, geri çekildiler, ortada metal parıltıları kaldı. Hiçbir şey bilmedikleri için hiçbir şeye inanmayan köylüler alana indiler, metal yığınlarını bedenlerden söküp ağaçların dibine gömdüler, bedenleri yan yana dizip gençlere ağladılar. Sonuçta savaş kazanıldı, Aydos’un köyleri yukarıdan sakin sakin izledi olup biteni. Denizden gelenlerin yelkenleri inikken diğer taraf kapıları kapadı, onca mahsulün elde kalacağından korkan köylüler işgalcilere gittiler bu kez. Alıp verdiler, yaptıklarının kıyımın sürmesine yol açacağını hiç düşünmediler. Bilmem, burada olanlar sadece burayı, o zamanı ilgilendirmediği için Mizón, kim bilir, sömürülen her yerin hikâyesini anlatmıştır sanıyorum. Paramparça.
Cevap yaz