Akıl tutulması mı ne, arka kapakta hikâyenin sonlarına doğru gerçekleşen mühim olayı çot diye anlatmışlar, romanın yüzeysel olarak öylece özetlenebileceğini söylemişler. Titanic‘in sonunda geminin battığını söyleseler aynı şey, acı sonu elbet biliyoruz da bilmesek ne olurdu, temennilerimiz pek çirkinleşirdi. Sonuçta Malerba’nın uçuk kaçık, Beckett’inkileri andıran kurmaca anlayışına bağlanıyor konu, müstesna bir anlatıyla meşgul olacağımız anlatılıyor ki doğrudur, yazar çok ilginç bir dünya yaratmış, okuru bir köşesinden iteleyivermiştir. O köşenin diğer köşelerle alakası mutlaka irdelenmelidir, Malerba her bölüme buluşlarını serpiştirmiş, hikâye çizgisini belirsiz düğümlerle bağlanmış birkaç parçayla oluşturmuş, absürt absürt özelliklerle donatmış anlatıcısını, her bölümde yeni bir tuhaflık icat ederek hepsini karıştırmış. En sevdiğim. Neyle karşılaşacağımı kestiremiyorum, anlatıcı bilmezden geliyor, yazarın ne yaptığını hiç bilmiyorum, öyle göz yordamıyla karanlığı tarıyorum. İlk bölüm, “Kuşlar Uçar Oysa Ben Yürüyerek Tren İstasyonuna Doğru Gidiyorum” en basit oyunlardan biriyle başlıyor, hikâye ilerledikçe kat kat fazlasıyla karşılaşacağız: “Afrika’da savaş vardı. Askerler tezgâh dokumasından üniformaları ve mantar kafalarıyla, mantarla doldurulmuş kafalarıyla, kafalarında mantar başlıklarıyla kentten geçiyorlardı.” (s. 7) Radyo geceleyin de marşlar çalıyor, anlatıcının annesi çocuğunu muzlardan uzak tutmaya çalışıyor çünkü birinin üzerinde sinek görmüş, ölümcül bir virüs yayılıyor olabilir. Meleklere benzeyen bir çocuk dondurmasını gösterip gülümsüyor, anlatıcı yanına yanaşınca tekme savurmaya başlıyor. Çin’den gelen sarı tozdan söz ediyorlar, toz yumurta, Çinliler de sarı, muzlar zaten sarı, dünya ele geçirilmiş. “Her şeyi anlatmayıp biraz da ileri atlamak”, anlatıcı tekniği belirliyor ilk bölümden, marşlar söyleyerek geçen mantar askerlerin arasında olduğunu söylüyor bir kez, ağzını kapalı tutsa da uygun adım yürüyor, sonra şehre dönüyor. Savaşta ne olduysa, ne gördüyse kafayı kırdı da mı döndü, döndükten sonra mı kırdı, bunu bilmek işgüzar okurun meşgalesi olur, hikâyeyi takip edelim. Bölümlerin arasında italik fragmanlar var, bilimsel veya değil, kum taşlarının mimaride kullanımından kuşların sindirim sistemlerine sekiz on parçalık malumat, anlatıyla ilgili ve ilgisiz. “Şarkı Söylemek ve Şarkının Kendi Bedeninde Doğup Havada Oluşmasını Duyumsamak Çok Güzeldi” ikinci bölüm, konuşacak insan bulmakta zorlanan anlatıcı etrafındaki insanlara bakıp konuştuklarını görüyor, hayret ediyor, onca insan konuşacak onca insanı nereden buluyor da konuşuyor onca insanla, mesela kadınlarla ne konuşuyorlar? Anlatıcı başarısız ilişkilerinden bahsediyor, evliliğinden. “Karımla, evlenmeden önce çok az konuştuk. Sonra evlendik, şimdi hemen hemen hiç konuşmuyoruz.” (s. 14) “Mimar” dediği biri vardı italik bölümde, taşları yaratan ve üst üste koyan Mimar her şeyin düzenleyicisi, oğlu otuz üç yaşında çarmıha gerilirken konuşması lazımdı da konuşmadı, anlatıcıya gün doğdu. Şarkı söylemek daha iyi, bir tür konuşma o da, koroların varlık sebebi. Furio Stella’nınki tam anlatıcıya göre fakat anlatıcı koroya göre değil, bütün şarkıları içinden söylediği için dışına taşan bir şey yok, üstelik içinde mükemmel söylüyorsa dışına niye duyursun? Furio’nun anlayabileceği bir şey değil, zaten anlatıcı da konuşacak birilerini arıyor sadece. Pul alıp sattığı dükkânında çok yalnız, yakınlardaki kiliseye dünyanın her yerinden posta geldiği için kaynağı sağlam da mesleki tatmin değil onun aradığı, sesini duyurmak sadece. Tabancayla yapıyor bunu, eşini öldürmekten bahsediyor eşine, eşi bu durumda eşinin şaka yaptığını düşünüyor ama şarkı söylemiyor eşi, gerçekten konuşuyor, gerçekten konuşan insanların ne kadar ciddi olduklarını bilirsiniz. Furio’dan el almak da istiyor anlatıcı, bu yüzden adamın ölen eşi hakkında konuşmayı düşünüyor. “Karınızı kimin öldürdüğünü biliyorum, diyecektim. Hem sonra, karınızı kimin öldürdüğünü biliyorsunuz. Karınızın katili, sizin kendisini bildiğinizi biliyor, şimdi, benim de bildiğimi biliyor. Kolayca görülebileceği üzere, bunlar, önemleri gitgide artan üç anahtar soru, aynı biçimde yanıtlarını da içinde taşıyor. Unutmamak için soruları bir kâğıda yazdım.” (s. 21) Kâğıdı aldığı dükkâna dair bir iki anı sıkıştırabilir araya, belki kâğıdın hammaddesinden söz eder, her şeyden söz etmeye meyillidir anlatıcı. Azıcık gevezedir. “Bunların hepsini bütün ayrıntılarıyla anlatıyorum çünkü ayrıntılardan söz etmek hoşuma gidiyor.” (s. 18) Bu cümlenin türevleri anlatı boyunca karşımıza çıkacak, köfteyi çaktığımız için şaşırmayalım.
Miriam’la koroda tanışıyor adamımız, yine konuşası yok ama sembollerle, hareketlerle meramını anlatmak ister tabii, asgari düzeyde bir iletişimin şart olduğunu biliyor. “Konuşmadan, sessizlik içinde, nesnelerin büyüsü aracılığıyla anlatmak bir sanattır. Bazı nesneler bunun için yaratılmışlardır, yerlerinden konuşurlar, konuşturmayı bilirseniz. Bir kale, bir sokak, bir duvar, bir bitki konuşturulabilir. Bir taş da konuşturulabilir. Miriam yanımda yürüyor, hiçbir şey söylemiyordu, bir şey söylemeye gerek yoktu.” (s. 27) Miriam asıl adı değildir kadının, anlatıcı öyle hitap eder. Kadın öyle ister çünkü, bir seçimin parçası olmak halihazırda var olanın paylaşılmasından daha iyidir. Sabahın altısına kadar sokaklarda dolanmaca, kardinal taklidi, gerçek bir aşkın doğuşu onca garipliği taşıyabilir. Arabaya yürürler, arabaya ulaşırlar ama araba çalışmaz, iki atlı polis geçer yanlarından, atların arabaya faydası olmaz, zaten arabaların bozulması görülür şeydir de olmaması gerekir aynı zamanda, hem görülen hem olmayan bir şey hiçbir şeydir ve anlatıcıya göre hiçbir şey olabilecek en kötü şeydir. Şimdi bir şeylere denk geliyorum da, oturduğum yerde kıpırdanıyorum, kalkıp maden suyu koyacağım kendime. “Yüksekten bir uçak geçti, gürültüsü ürküttü beni. Uçakla boy ölçüşmek söz konusu değildi, alevler saçan motorları, elektronik devreleri, bir sürü göstergesi, otomatik kumandaları, içe çekilebilir tekerlekleri ve daha bir sürü şeyi ile havada tonlarca ağırlık taşıyan bu düşsel araca nasıl benzeyebilirdim? Zayıf güçsüz ellerime, bileklerime baktım, gece boyunca uzamış sakallarımın üstünden yanaklarıma dokundum.” (s. 35) Bu adam fezada dolansa şaşırmam, ayakları yerden kesileni göğün her yerinde bulabiliriz. Nedir, kıskançlık krizine girer ama iştir bu, sıradanlıktır. Miriam’ı kaç kez sorguya çeker, hani bir zamanlar o sahilde dolanan kırmızı mayolu kız değil midir Miriam, yanında heykel gibi bir adam vardır da gençliğin ateşiyle cayır cayırdır. Emin olamaz Miriam, o sahil gibi pek çok sahile gittiğini söyler ama emindir de, o sahile gitmiştir, yanında sürekli birileri olduğundan heykelin kim olduğunu hatırlayamaz ama hatırlar da, söylemek istemez. Her kabul yeni bir soruya yol açar, labirentte kaybolur kadın. Pul koleksiyoneri bir arkadaşından da kıskanır Miriam’ı, onun da başına ekşir anlatıcı, korkunç planlarına ikisini de dahil eder. En sonunda halt eder, polise gidip suç duyurusunda bulunur. Suç işlemiştir, komiser olan biteni öğrenmeye çalışır ama neyle uğraştığını kestiremez. Telgraf gibi konuşur anlatıcı, telgraf gibi bir tarzı vardır, kendi sözcükleri bunlar. Şeyleri bağlayamaz, bağladıkları hemen çözülür, ortaya bir anlatı kaosu çıkar. En sevdiğim. Alıntıya boğduğum bu yazıyı yine bir alıntıyla bitireceğim, sağlam okuduğunu bildiğim bir iki arkadaşıma da zorla okutacağım bu romanı.
“Arada sırada nesnelerle sözcükleri birbirine karıştırıyordum, konuyu kesip, söylediğimi desteklemeye çalışarak bıraktığım yerden yeniden ele alıyordum, cümleler yarım yamalak ve belirsiz, çok kısa, gerçekten çok kısa, birbirinden kopuk bir biçimde çıkıyordu ağzımdan. Acı veren bir duyguydu, bir karmaşa, karışıklıktı. Dünyadaki her şey gibi konuştuklarım da yerçekimi yasasına boyun eğiyordu, yer çekimini aşabilmek için bir başlangıç itkisine gereksinimleri vardı. Bir konuya başladığımda ne pahasına olursa olsun devam etmem, koşmam gerekiyordu, konu düşmeye başlamadan önce başlangıçtaki itkiyi en yükseğe çıkartmam gerekiyordu. Çünkü konular da düşmeye eğilimlidir, o zaman başlangıç itkisiyle yerçekimi yasası arasındaki dengeyi sağlayabilmek için çalışmak gerek.” (s. 158)
Cevap yaz