Lidia Yuknavitch – Sınır

Talimatlar italik, aralara serpilmiş: yanaktan buruna doğru silinecek, burundan yanağa doğru ovulmayacak, kürenin çevresinde bağ dokusu yok, silikondan yapılmış, kapak ceplerinin oluşmasına yardım ediyor ki çöküntü oluşmasın, renkli nokta üst göz kapağının altına bakıyor içeri sokulduktan sonra. Jackson’la Mary’nin telefon konuşmalarının, birlikte geçirdikleri zamanların, Jackson’ın Mary’de bulduğu erkeğin verdiği tesellinin izinde bir hikâye yine dolduracaktı çerçeveyi, Yuknavitch karakterlerini beklenmeyen yerlere sürüklemeyi sevdiği için ötesi var. “Değişim hiçbir şekilde kendi içinde değil, onun yerine dünya bakış açısını değiştiriyor, kendi üstüne kapanıyor, odağı gidiyor. Çok saçma değil mi? Belki de yolun şeridi artık ona mantıklı gelecek tek şeydir.” (s. 155) Öykülerdeki tüm karakterler için formül bu, dünyanın açtığı patikalarda yabana yürüyüş, eylem dışında hemen hiçbir şey yok, karakterin somut dünyayı aşırı soyutlayıcı bir gözle gördüğünü belirten ipuçları hariç. Jackson’ı huzursuz eden her neyse yolculuk sırasında cebinden düşebilir, belki fotoğraf makinesinin yakalayabileceği bir şeydir, Mary’yle kaybolmayacağı bellidir ama yine dener Jackson, yetmediği yerde yola düşer. Pesto soslu makarna yemeleri, ot içmeleri ve göz bandını çıkarması Jackson’ın, eşyalardan da hikâyeler çıkıyor ama hemen kesilen, karakterlere bağlanan fragmanlar halinde. Parçaları erkenden birleştirmek için kurgu zekâsını fişeklemek gerekiyor, göz bandıyla renkli kısmın üste gelmesini birlikte düşününce, yerinde duramayan Jackson’ın Seattle’dan California’ya, Arizona’ya bilmem nereye yola çıkmaktaki arzusunu, “yaşamın ötesine” geçme isteğini de katalım, sis yavaştan dağılıyor. Sırf göz yüzünden mi? Daha da önemlisi, Jackson’ın “kazadan beri her gün intihar etmeyi düşündüğünü” belirtmek sisi ne yapar? Bir olumsuzluk budur zannediyorum, Yuknavitch hikâyenin belirsizliğini başarıyla kurar da bilgi topağını bırakıverir ortaya, oysa aynı gizi öykü boyunca sürdürse, patlatmasa işaret fişeğini, daha iyi. İstikamet belli ama yol sürüyor, Jackson fotoğraf çekmeyi ve yüzmeyi pek sevdiği için kaldığı otelin havuzunun başında düşüncelere dalmışken, sevgilisinin öldüğü kazayı hatırlamayı hiç sevmiyor -haliyle- ama aklında -ve gözünde, göz çukurunda- kazadan başka hiçbir şey yokken düşürüveriyor makinesini, oralarda dolanan hoş bir adam kamerayı alıp tamir ettireceğini söylüyor çünkü lens çatlamış. Yeni sancı, acıda yeni seviye: başlangıçlar için, hatta yaşamak için çok yorgun Jackson, otel odasında adamın dönüşünü bekliyor, öncesinde Mary’yi arayıp iyi olduğunu söyleyecek ama telesekreter dinliyor bir, makineden gelmeyen hayır. Devam etmeli Jackson, durduğunda düşecek, gitmeye devam etmeli. İyi bir final, tam Amerikan öyküsü. İmza öykülerinden biri Yuknavitch’in, hepsi birörnek olmadığı için imzalarından biri demeli belki “Bir ‘Ben’i Kaybetmek” için.

Tuhaf kurguya dokunan öykü başta, “Çekim”. Suyun içinde ağırlıksız hisseden -meh- yüzücü karadayken nefes alamadığını hisseden bir kız, hayatında yüzmekten daha önemli hiçbir şey yok. İki yaşında değilmiş suyun çekimini hissettiğinde, Akdeniz’e gittikleri o yaz kendini suya bırakıvermiş, beş yaş büyük ablası hemen ardından suya atlamış ama çıktığında gülüyormuş bizim kız, o günden sonra da ayrı kalamamış. Hatırlamıyor, hikâyeye dönüşüyor ailede, hatırlamak istemediği geçmişinin bir parçası. Ablasını ve yüzmeyi çok seviyor kız, suyun söylediklerini dinlemeye bayılıyor. Bir zamanlar ayrı değillerdi, zamandan önce birlikte yaşarlar, soluk alırlardı, şimdi “yaşamölüm” sadece suyun sahip olduğu bir nitelik. Anımsayacak mı kız, evinin yakınına bombalar düşmeye başladığında, insanlar sokaklarda vurulduğunda kaçmaya çalışırken ablasıyla birlikte suya gömüldüğü zaman, Yunan kıyılarının çok uzakta olmadığını görünce mi cesaret bulacak sudan, milyonlarca yıl sonra o yaşam formuna tekrar bürünürken suyun söylediklerini hatırlayacak. Sala tutunmuş onca yolcuyu çekerken ablası da yanında, birlikte yüzüyorlar, ayaklarına salın halatlarını bağlamışlar. Öykünün sonu yok, çocukları okyanusa kimin koyduğunu söylüyor anlatıcı, final. Ablasının gözlerinde de karaya ulaşabileceklerini görüyor, acaba birbirlerine vermedikleri büyük sırra mı güveniyorlar, denizden geldiklerini gerçekten biliyorlar mı, muhtemelen. Suyun söylediği gibi çekimin etkisi başka başkadır, kimi suyun altında nefesini tutarak her gözeneğine nüfuz eden özünü hisseder, kimi karanın düşlerini görmeye başlar, sonuçta yaşamla ölümün birleştiği bir haldir o neyse.

“Organ Kuryesi” derslik öykü, dört dörtlük. Anastasia Radavic’in kopan eli mevzu, üç saniyeliğine başka yöne bakan Anastasia doğru yöne baksa hızla yaklaşan biçerdöveri görürdü ama yön yanlışlığı, yönün olması gereken yön olmaması, bir anlık dalgınlığın sonucu bakılan yön başa ne belalar açıyor, mesela eli koparıyor. Yetiştiriyorlar hastaneye, elini Anastasia’nın ayağının hemen üzerine naklediyorlar, dikiyorlar, bağlıyorlar, ne denir ki buna? İyileşme süreci daha hızlı, tam olacak böylece, nitekim altı ay sonra el yerine dikildiğinde az çok kullanabilecek Anastasia, tabii elinin ayak bileğindeki halini, o görüntüyü hiçbir zaman unutmayacak. Böyle sanki, kritik yaş aralıklarında edinilen kritik travmalar bir ağaca dönüşüyor da sonraki yılların getirdiği ne varsa ağaçta büyüyor, bütünün bir parçası haline geliyor. Üçü beşi bağlamada pek yetkin Yuknavitch, öykünün ögelerinden biri Jane Goodall’un şempanzelerle ilgili meşhur kitabından mülhem şempanzeler çünkü Sovyetler’in deneylerinde de sıklıkla kullanılıyorlar, gözden kolaylıkla çıkarılabilirler. Ailesinin istemediği kız uzak akrabalardan birinin yanına verilince -akraba olduğu şüpheli o kadının- on küsur çocukla birlikte yaşamaya başlıyor, öğreniyor ki akrabası çocukların organlarını satıyor, kuryeye de belli bir yüzde kalıyor, öyle bir ticaret ve sömürü. Çocuklardan kötü karakter kontenjanını dolduran Kiril bizim kızın pelüş maymununu önce saklıyor, sonra kolunu koparıyor. Özdeşleşmenin böylesi, Anastasia eksikliklerle dolu ne varsa odur artık. Ha, yine bir topak var şurada, neden var bilmiyorum: “Dünyadaki bütün çocukların hayatları böyle hikâyelerle şekilleniyor, insan değerinin her ilkesini çiğneyen yetişkinler tarafından anlatılıyor ya da yaşanıyordu. Her yerde gözler sizi izliyor olabilirdi. Vücutlarınız, ağırlığınca altın eder.” (s. 23) Gerek yok ya, bunu da iyi öykülerdeki nazar boncuklarına örnek olarak işleyebiliriz derste. Neyse, Kiril’le zor bir yüzleşme yaşanacaktır sonda, Anastasia zor durumdaki çocuğa nasıl davranacağını düşünürken değişen biçimleri, uyuşmayan parçaların uyumunu, hayallerindeki ülke olan ABD’nin eyaletlerinin dikişleri zorladığını getirecektir aklına. Farklılıklar ucubelikten basit bir redde kadar geniş bir yelpazeyi oluşturur, Anastasia konumunu belirlediği an Kiril’in sonunu getirecek veya getirmeyecektir. Gizli tansiyon ama aslında gerile gerile davul derisine dönmüş bir atmosfer, tam yerine rastgelen nokta.

“Sokakta Yürüyenler”le bitireyim, bir iki öykü haricinde her öykü anlatmaya değer gerçi. Anlatıcının çöpü çıkarması, ev işlerine koşturması sıradan bir aile yaşamına işaret ediyor olabilir, zira anlatıcının eşi de sabah kalkıp işine giden, akşam döndüğünde basit uğraşlarıyla mutlu olan biridir. Şanslıdırlar, birbirlerini öyle şartlarda bulmuşlardır ki mucizeyi yaşarlar hatta, nadiren yakalanabilen uyum sayesinde bağımlılıklarından kurtulmuş, ölümden dönmüşlerdir. Çok mu normal bir yaşam, olması gereken bu muydu, anlatıcıya göre başka. Eve çağırdığı fahişeye dokunmaz anlatıcı, bir saatliğine dinlenmesini ister kadından, iyi yüreklilik veya tehlike ihtiyacı. Eş eve döndüğünde çıngar çıkarır tabii, anlatıcı o gün başından geçenleri olduğu gibi anlatınca tartışırlar ve dengeyi sağlayana kadar bozuk çalarlar. “Sokaklar hâlâ boş, birkaç sessiz kişi verandalarında, kaldırımlarda çocuk yok. Sokaklar temiz, iyileşmiş, zevksiz— yok, öyle demek istemedim. Düzenli, düzenli demek istedim.” (s. 46) Alenilik, hele finaldeki kötü. Yine de iyi öykü.

Yuknavitch’i takip etmeli.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!