Tahir Alangu hazırlamış, Ataç Armağanı jüri üyeleri Macit Gökberk, Sabahattin Eyüboğlu, Suut Kemal Yetkin, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Rifat, Sabahattin Kudret Aksal ve Necati Cumalı saygıyla sunmuş. 1959. Sadece dostlarının veya öğrencilerininkiler yok, zaman zaman çekiştiği isimlerin yazıları da var kitapta, Ataç’ın eleştirmenliğine getirilen eleştirilerin yanında insanlığına dair birinci elden tanıklıklar var, değerli. Yine de yakın çevreye kıyak geçildiği söylenebilir, Ataç’ın dıkş dıkş kalem tokuşturduğu Cevdet Kudret’in de yer almasını isterdim kitapta, Oktay Rifat var ama Melih Cevdet Anday da yer almalıydı. Bilmiyorum, Ataç’ın ölümünün hemen ardından hazırlanmaya başlayan kitapta yer almak için erkendi belki, şiddetli çatışmaların yankıları sürüyordu. Cevdet Kudret’in Ataç için yazdığı bir yazı var mesela, saygı gereği bir yıl boyunca konuyu eşelemeyen yazar bütün anlaşmazlıklarına rağmen entelektüel hasmının edebiyat için verdiği emekleri övüyordu, yer verilmemiş buna. Melih Cevdet’in yazısı vardır mutlaka, tekme olayı yüzünden düşünülmemiştir. Kemal Bilbaşar bu dayak olayından sonrasını anlatıyor yazısında: “Daha dün şu okul çatısı altında şömineye karşı oturduk. Yanağını tatlı tatlı kaşıyarak, karnım acıktı, der gibi rahat. ‘M… beni döğdü.’ diye sevdiği bir şairden yakılıydı. Son gelişiymiş meğer İzmir’e… Ölüme bu kadar yakın olduğunu nereden bilirdik?” (s. 66) Bilememişler, şimdi kimin neyi yazdığını bulamayacak kadar üşengecim de Oktay Akbal olabilir, mesela ölümünden bir süre önce Sait Faik’in yüzüne ölümün maskesinin oturduğunu söylüyor, belliymiş, Ataç’sa son günlerine kadar gayet sağlam, sağlıklıymış, hasta olduğu zamanlar bile. Hastalıkta bile sağlıklı olmak, işini gücünü kendinden bile daha çok önemseyip sürdürmeye çalışmanın sonucu sanıyorum. Bilbaşar’dan devam madem, Ataç oralara her uğradığında birkaç okurunu mutlaka ziyaret edermiş, tek tükü de yitirmemek için. Hiçbir akıma katılmaz, hiçbir kalıplaşma eğilimine koltuk çıkmazmış, bu yüzden akademiden çeşitli kurumlara dek nerede kalıp görse sokarmış lafını. Huysuz bir adam olduğunu, asık suratından başka hiçbir yüzünü göstermediğini söylüyorlar, yakın arkadaşlarının anlattıkları başka da mevzu edebiyatla ilgiliyse mutlaka söyleyecek bir lafı, tartışacak meselesi varmış. Azra Erhat’ın dediği: “Hep öfkelenirdi Ataç. Bir yazıya öfkelenir, bir kişiye öfkelenir, çatılmadı diye öfkelenir; tatlı bir söze, bir övgüye öfkelendiği bile olurdu. Çoğu insan onun niçin öfkelendiğini anlıyamazdı. Öyle ortada belli bir sebep yokken Ataç tutar, en iyi dostuna, en beğendiği adama çıkışır, onu en acı sözlerle kırar, hırpalar, yerden yere vurur, selâmı sabahı keserdi. Ne oldu, niçin gibi sorulara bile gelemezdi.” (s. 63) Arkadaşlığı kaotik, ciddiyeti ölümcül, davasını kafadan savunan bir adam. Sıklıkla tekrarlanan bir başka konu da Ataç’ın kalemine bakanlar, hani olumlu bir şey yazsın da namları duyulsun. Ataç kendisini övenleri pek umursamıyor, övgüde aşırıya kaçanları yeriyor. Biri “Sokrates” demiş onun için de kızıyor mesela, sonlara doğru o benzetmeyi yapan yazarın yazısı da var, bir nevi savunu. Kalemiyle yok edebilirmiş Ataç, öyle anlaşılıyor, var edebilecekleri peşinden koşar, bir yazı isterlermiş. Ataç beğenmediği yazarları göklere çıkardığını itiraf ediyor bir yazısında, neyse ki çok değilmiş bunlar, beş altı anca. Beğenmediğini söylermiş, bu yüzden çok düşman edinmiş, kapısını aşındıranlar istediklerini alamayınca sövgü düzmeye başlarlarmış bu kez. Öznel eleştiri anlayışından ötürü değil, yanlış yargıdan değil, görünür kılmamaktan. “Ataç filancaya kızmış da eserini onun için yermiş, eskiden göklere çıkardığı bir şairi sonradan yerin dibine geçirmiş, falan filân… Onun değerini küçültmek için düşmanlarının bulabileceği buna benzer delillerin onun başardığı büyük işler yanında ne önemi olur?” (s. 30) Yaşar Nabi Nayır böyle söylüyor, sonra Ataç’ın çalışkanlığını övüyor, Van’da çıkan bir dergiyi bile bulup getirtirmiş Ataç, incelermiş, tamamen metinlere ve edebiyat görgüsüne dayanan bir değerlendirme biçimi. Zeki Kuruca ve Yıldırım Keskin’in yazılarını beğenmiş bu arada, nadiren kendisi hakkında yazılan yazıları beğendiği için önemli. Keskin’i gördüm de, Bilgi’den çıkan metinleri vasatın üstünde olmasına rağmen unutuldu, kimse bilmez. Ataç ölümünden sonra yazılarının okunmayacağından emin olduğunu söylüyor bir yerde, eleştiri anlayışının tedavülden kalkacağından emin de öyle bir tesir bırakmış ki hâlâ okunuyor, biliniyor, Keskin’in kurmacalarıyla kıyaslansa çarpık olur da ince bir haksızlık örneği sonuçta. Neyse, Orhan Hançerlioğlu’na göre Atatürk’ten sonraki en büyük kayıpmış, Ataç o kadar mühim. Tarık Dursun K. diyor: “Ulu bir kişi miydi? Değil miydi? Orasını başkaları tartışsın, benim bildiğim, gerekli kişiydi. Yerini dolduracak adam bulmakta pek zorluk çekeceğimiz kişiydi. Yıllar yılı bulamayacağız sanıyorum.” (s. 40) O kuşak eleştirmeci yönünü pek görememiş, daha çok kavgalarını, çekişmelerini görmüşler, ayrıca kuşkuyu, körü körüne inanmamayı, araştırmacılığı.
Tanpınar’ın uzunca yazısı duygu dolu. Neredeyse çocukluklarında tanışan iki dost, Tanpınar sık sık gelip kalıyor Ataç’ın evinde, sonra Büyükada’daki eve ziyaretler, bir süre sonra kopuş. Tartışmalarının gerekçesini Meral Tolluoğlu Ataç da anlatmıyor, zamanın getirdiği uzaklığın yanında bir şey daha var ama ne, karanlıkta. Şu özetler gibi: “Ölümünden iki gece evvel bana son yazısından bahsettiler, fazla ehemmiyet vermedim. Çoktan beri dostlarına ve hayata ölümle nazlanır olmuştu. Bilhassa hepimizin dostu ve kardeşi olan karısının ölümünden sonra bu hali artmıştı. Kaldı ki, bu Montaigne hayranı, insan talii ile hesaplaşmaktan hoşlanırdı. Kendisini dertlerine acılarına o kadar kolay teslim eden Nurullah, düşüncesile stoikti. Hülâsa, bu çok sevilen adam kendisine ait şeylerde yolunuzu çok evvelden kesenlerdendi. Ertesi sabah yazıyı kendim okuyunca içim burkuldu. Bir şeyler olacağından korktuğum için değil, sadece acılığı yüzünden, biraz da kendisini çok iyi anlattığı için.” (s. 47) Edebiyattan başka hiçbir şey yokmuş hayatında Ataç’ın, Ahmet Kutsi’ye “yirmi dört saat edebiyatçı” olduğunu söylemiş, Tanpınar’a göre o kuşaktan hiç kimse kendini onun kadar yalnız edebiyata vermemiş, yaşadığı müddetçe edebiyatın en canlı gazetesiymiş Ataç.
Son günlerinde yanında olanların çizdiği Ataç biraz daha farklı, eleştirmenden ziyade insan. Hani o kadar eleştirmişler, kendisi de eleştirmiştir de Divan şiiri okuyarak acılarını dindirdiğinden bahsediyor, meğer sandığından çok seviyormuş o şiiri. Fikret Otyam’ınki en duygu dolu yazı herhalde, Otyam fotoğraf makinesini de yanında götürmüş ki ustasının son günlerinden bir şey kalsın geriye, yataktaki halini gördükten sonra vazgeçmiş. Mahremiyet. “Son yazısından söz ederken dolan gözlerime bakıyordu donuk donuk… ‘Hakkınız yok Nurullah Bey,’ dedim. ‘Ne biçim yazıydı o? Hakkınız yok inanın…’ ‘Orası öyle ama biliyorum Fikret Bey… Bu sefer son bu… Yaşadım yaşıyacağım kadar… Ona yanmıyorum da…’ Burasını kendime saklıyorum… Yazamam… Anlattı uzun uzun…” (s. 82) Ne anlattı acaba, Otyam’ın metinlerinde bulunur mu? Kaç Ataç var bu yazılarda, hepsi birbirini tutar gibi görünüyor ama arkada gölgeler dolanıyor, Ataç’ın göstermediği yanları. Eşini ne çok sevdiğine dair bir iki değini, kızıyla ilgili hemen hiçbir şey yok, onu tanıyanlar da sadece metinden mi yola çıktılar ustaları gibi? Yakup Kadri Karaosmanoğlu cevabı örtük biçimde veriyor aslında: Cenevre’de karşılaşıyorlar, Ataç’ın yanında acayip güzel bir kız var. Ataç yirmi yaşında o ara, kıza belli ki tutkun, hemen başından savıp Karaosmanoğlu’nun yanına koşup edebiyat muhabbeti çevirmeye başlıyor. Asıl tutkusuna böylesi sarılan biri Ataç.
Cevap yaz