Kitaptaki çoğu yazı başka kitaplarda mevcut, yine de bahsetmeli, ilginç birkaç şey: İzmir’den konvoy kalkacak, Bodrum’dan gelenler hazır ama İzmir Valiliği’yle İzmir Belediyesi cenaze arabası vermiyor, NATO idarecileri güzel bir araba vermeyi teklif ediyor, minibüsle gitmeyi daha şerefli bulan sevenleri minibüse koydukları gibi uçuruyorlar Balıkçı’yı memleketine. Konvoy Torbalı’da karşılanıyor, tabut omuzlarda, herkes kendi mahallesine çekip götürmek istiyor ama ilk durak Balıkçı’nın sürgünlüğünde yerleştiği Kumbahçe. Dark sokaklardan geçerken ninenin biri bağırıyor: “Hoş geldin bre Cevat Bey!” Pencerelerden, balkonlardan çiçekler atılıyor, çoğunu Balıkçı yaygınlaştırmıştır orada. Çarşı içinden Yeni Cami’ye kadar sadece bir el hareketi ile mavi bir şey havada uçuyor, namaz Yeni Cami’de kılınıyor. Kıyıda sayısız tekne, sokaklar silme insan dolu, özenle süslenen bir yata bindirip gezdiriyorlar Balıkçı’yı bir süre. Gönül Tepe’de taşsız bir mezar, vasiyetinde sade bir kaya istiyor mezarının başına Balıkçı, üstünde hiçbir şey yazmayacak. Tanizaki’nin mezarı değirmi bir taştan ibaretti, sonradan kaya parçasını da koymuşlar, Balıkçı’nın mezarı aynı meşrepten. Şadan Gökovalı’ya sözlü vasiyet: “Mindos Kapısı tarafında bir yere gömsünler beni, yanımda Hatice’ye de (son eşi) bir yer ayırsınlar. Sakın mermer, beton filan istemem ha. Bir taş bulun, uzunca bir taş, yazısız. Onu dikin mezarımın başına. Falanca oğlu filancaymış da şu tarihte doğup, şu tarihte ölmüşüm. Katiyen yazı istemiyorum, basit bir taş. Eh bizim tekne su almaya başladı. Şatafatı da sevmem, tepelere, deniz gören yerlere gömülmem şart değil. Nasıl olsa yattığım yerden denizi seyredemem, denizi ruhumda yaşatıyor, gönül gözüyle her zaman görüyorum. Suat (oğlu) sık sık ziyaret edebilmeleri için İzmir’e gömmek istediklerini söylüyor. İstemem yahu. Bodrum’u severim bilirsin. Beni ziyaret için çocuklar arasıra da olsa gezmiş, hava olmuş olurlar. Zaten ben saygı duruşu isteyecek değilim ya. Balıkçı’ya bir Merhaba yaraşır.” (s. 136)
Mehmet H. Doğan’ın uzunca yazısı, böyle içten bir veda azdır. Ölümden yarım ya da bir saat sonra gelmiş Doğan, beyaz çarşafla örtülmüş bedenin üzerinde kır çiçekleri. Mahalleden biri bıçak koymuş Balıkçı’nın göğsüne, bedenin çabuk soğuması. Torunlardan biri karşı çıkmış, koşup çiçek dermiş de koymuş dedesinin göğsüne, Doğan bakıp bakıp Balıkçı’yla ilk karşılaştığı günleri hatırlıyor. Balıkçı günlüğü tutmuş, inceliğine yaklaşan metin azdır bu kez. Doğa ne denli savurgan, onca metinden sonra toprağa mı karışacak bilinç, Balıkçı’yla tanışınca ilk düşündüklerinden biri bu Doğan’ın. Balıkçı ölünce bir çiçek, bir ağaç halinde döneceğini düşünürmüş. Sabahattin Eyuboğlu’nun ölümü çok dokunmuş zamanında, yakınlıkları malum. “Uzun uzun mektuplar yazardık birbirimize onunla. Her şeyi anlatırdık bu mektuplarda. Bugünlerde yine yazayım, diyordum. Ama yazacağım yine, sanki o yaşıyormuş gibi yazacağım, tabii gönderemem ona, bir yerde yayımlarım. Ona bütün kötülük edenlerin, onu öldürenlerin nasıl insanlar olduğunu anlatacağım. Adamı öldürdüler, neler çektirdiler yahu!” (s. 112) Kardeşi Suat Şakir’in ölümünde paniğe kapılmış, sıranın aslında kendisinde olduğunu söylemiş, bir de Allende’nin öldürüldüğü gün çökmüş, ışıksız oturmuş öyle. Yürek sıkışması, uyarı rehberlik yaparken gelmiş, turistlere Efes’i anlatırken yere yığılıvermiş Balıkçı, gökyüzünün güzelliğinden bahsetmiş yerde yatarken. Yetmiş yaşında masasına oturup yazmayı sürdürecekken rehberlik yapmak zorunda kalması, İzmir’deki apartmanın çorak penceresine sıkışıp kalması ne acı, deniziyle göğü biçilmiş ekin. Balıkçı sert, kuşkucu, öyle kolay kolay açılmayan biri gibi görünürmüş, tanıştıktan sonra da sıkıntılı tavrı bir müddet daha devam edermiş, mutlu mu sıkıntılı mı anlaşılmazmış, sonra aradığı neyse onu bulursa eğer, yakınlığının eşi yokmuş. Bazı huylar denktir ya, Balıkçı’nın çekingenliğini ve coşkusunu çok iyi anladım sanıyorum insanda saflığı arıyorsa. Açık olacak, sağlam kurarak açacak, alaya alabilecek kendini, zekâsını da göstermiş olacak, böyle insandan yakını yoktur. Neyse, kestirmeden giden biriymiş Balıkçı, o zamanlar “günaydın” yok, “sabah-ı şerifleriniz hayırlı olsun” deniyor, Balıkçı her gördüğüne bunu demek istemediği için yapıştırıyor: “Merhaba!” Avni Dilligil’in oynadığı bir oyuna zorla götürüldüğü gece içkili ve yorgunmuş, oyun sırasında uyuyakalmış. Shakespeare oynanıyormuş, bir yerde oyunculardan biri, “Merhaba!” demiş, Balıkçı o an kendine gelince seyircilerin kendisine bakıp güldüğünü görmüş. Sızmışsa da etkiye tepki, yine yapıştırmış ünlü nidasını. Bakkalda bir merdivene yaslanıp yazıyor yazılarını Bodrum’da, teknesindeyse yüzükoyun uzanarak, acaba çocukluğunun yatakhane gecelerinden gelen bir alışkanlık mı? Robert Kolej’den, Oxford’dan nefret ediyor Balıkçı, arkadaşlarına zorla ödünç aldırdığı kitapları geceler boyu okurken bir kısık lambayla aydınlanıyor, yatağını kendi krallığı kılıyor. Dört yıl okuduktan sonra bir dört yıl da öğrendiklerini unutmak için harcadığını söylemesinin yanında sürgünlüğü okul yıllarından daha iyi, kabuslarında Robert Kolej’de okuduğunu görüyor. Başka, çok uzun bir alıntı ama çok değerli zannediyorum: “Balıkçı bir duygu adamıydı, coşkularına dizgin vurmayı bilemezdi. Coşkusu onu nereye götürürse oraya gitmeye her zaman hazır, ivecen bir yaratılışı vardı. İspanya İç Savaşında Enternasyonal Tugay’da dövüşmek üzere İspanya’ya gitmek istediğini ama pasaport vermediklerini söylemişti bir keresinde. Son yıllarında Sovyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında anlaşmazlıkta Mao’yu, Maocuları tutuyordu. Ama Balıkçı’yı yakından tanıyan bizler bunun Balıkçı’nın gerçekten bir Maocu olduğunu göstermediğini, sırf daha kestirme, daha köktenci bir yol gösterdiklerine inandığı için böyle davrandığını biliyorduk. Tıpkı 12 Mart 1971 sonrası bütün Türkiye’nin umudu haline gelmiş olan Ecevit’in bir şeyler yapacağını umarak CHP’ye kaydını yaptırdığında da CHP’li olmayışı gibi. Ecevit’ten gelen teşekkür telgrafını görmüştüm. ‘Partimize katılmakla bizleri gençleştirdiniz. Teşekkür ederiz’ diye yazıyordu telgrafta.” (s. 121) Shakespeare, Dante, Vergilius’tan dizeler okumayı seviyor, ilk eşiyle yine şiir vasıtasıyla tanışmış, hikâyesi var. Son yıllarda en sevdiği Türk şairiyse Oktay Rifat, ölümünden kısa süre öncesine dek Rifat’ın çok sevdiği bir şiirini okurmuş ezberden. Azra Erhat’la çekilmiş bir fotoğrafı var, aralarındaki ilişkiyi Azra Erhat, hangi metnindeydi, birinde ayrıntılarıyla açıklıyor, öyle bir tutku, haydi bu da az bulunsun, Turgay Gönenç’le Şadan Gökovalı’nın katıldıkları bir buluşmada soruları cevapladıktan sonra o fotoğrafın ziyaretçilerinin çıkaracağı dergide yer almasını istemediğini söylüyor Balıkçı, Hatice Hanım’ın üzülmesinden, kızmasından korkuyor. Yaşamak için çalışmak zorunda ama istemediği hiçbir şeyi yapmıyor, mesela hapishane planı mı ne isteniyor, insanlara özgür ve mutlu olarak yaşayacakları evler dışında hiçbir şey planlamayacağını söylüyor. Savaş yıllarında gaz kıtlığı mı var, hemen karne uyduruyor yoksullara, belediye reisi durumun farkına varıyor ama Balıkçı’yı sevdiğinden ses çıkarmıyor. Daha bir dünya iyiliği var yöre insanına, yıllarca balığa çıktığı dostları anlatıyor. Ailesine gerektiği kadarını alıyor balığın, bir kısmını meyve sebzeyle takas etmek için kullanıyor, geri kalanını halka dağıtıyor. Zihni Küçümen aynı yıllarda Ortaköylülerin üç öğün balık yediğini, bu sayede aç kalmadıklarını anlatıyordu Si Minör Ortaköy‘de, benzer bir durum Bodrum’da yaşanmış olsa gerek. Ne anlatmalı ki başka, Balıkçı’nın üst düzey diplomatlara rehberlik etmesi, Safiye Ayla’nın bir gece Balıkçı’nın evinden bütün Bodrum’a konser vermesi, bir dünya anı. En güzeli şu herhalde: “Yıllar sonra Bodrum’a gittiğimde ziyaret ettim mezarı. O bomboş topraklar evlerle, sitelerle dolmuştu. Balıkçı’nın mezarı başındaki ufak ağacın dalları, gelen gidenin bağladığı bezlerle, çaputlarla bezeliydi. Bir yatır sanıyorlardı onun mezarını. Bir Anadolu ermişinin mezarı.” (s. 131)
Cevap yaz