Sülker’in anılarında babasının sahip olduğu otelin önemli bir yeri vardır, bu otel sayesinde öğreniriz ki Refik Halid Karay sürgün yıllarında zamanının pek çok öykücüsünü takip etmiş, özellikle Sabahattin Ali’de öykünün geleceğini görmüştür. Kendini de bir güzel övmüştür Karay, öykülerine yaklaşan hiçbir öykü olmadığını söyler ama gençleri görmezden gelmemiştir, o kadarını yapmaz. Ne kadarını yapar, üç dört isim haricinde andığı kimse yoktur. Neyse, otelin elden çıktığını öğreniyoruz Sülker’in bu kitabında, babası oteli satmak zorunda kalmış. Amcasıyla babası arasındaki para kavgası ilginç, amca onca altına el koyduktan sonra din kitap üzerine yemin edip el koymadığını söylemiş, yakayı sıyırmıştır. Sülker’in babası öyle bir beddua sallar ki yargılandığı binanın merdivenlerinden inerken başı dönen amca dan dun yuvarlanmış, hayatını kaybetmiştir, onca altının ne olduğu muamma. Savaş yılları deniyor da 1940’ların öncesine gidiyor hikâyelerin yarısı, örneğin İlhan Berk’li anıyı, gerçi anı var ama İlhan Berk ne kadar var, tartışılır. “İkame memur” olmak üzere İstanbul’dan Konya’ya gönderilen Sülker bindiği trenin durduğu bir istasyonun ötelerine bakarken dükkânları görüyor, bakkaliye var bir tane, camında “Lütfü Yalnız” yazıyor. Çağrışım, Lütfü Erişçi, birçok dergide yazıları çıkan edebiyatçı arkadaş. Bir gün oturuyorlar, İlhan Berk de var, Nevzat Üstün’ü getiriyor masaya Lütfü. Muhabbet, savaşa karşı bütün sanatçıların kardeşçe bir dayanışma içinde olmaları, ürün vermeleri konuşuluyor, Sülker’e göre şiir yaşamın dışında ve insansal soruların yabancısı olamaz. Birtakım öhömler, tavırlar, sonra Üstün cebinden defterini çıkarıp şiir okumaya başlıyor, alkışlıyorlar. Berk o şiirden de çarpmış mıdır bir şeyler, Sülker doludizgin yazarken savaşa girmek isteyenleri bombalayıp dehlendiğinde masadakilerin kaçı öğrenmiştir sürgün edildiğini, kaçı fikirlerini yazmıştır Sülker gibi, bunlar sorular. Evet. Almancı tayfanın karşısında duran Sülker kışkırtmalara karşı çıkmış, Yunanlara saldırmak için bulunmaz fırsatı yakaladıklarını düşünenlere giydirmiştir, kimin kuyruğuna bastıysa şak diye postalanır, kendini Konya’da bulur. Komiser sorguya çeker, silkeler biraz, bakar ki Sülker’den yana zarar gelmez, daha eşelemez ama hareketlerine dikkat etmesini ister genç adamdan. Sülker o sıra fakülteyi bitirdi bitirecektir, belki bitirmiştir, felsefe eğitiminden pek keyif alıp yazılar döşemeye niyetlenmiştir de adı çıkınca tabii, hemen uyarılır: “‘Burada bu harp yılları içinde hükümetin politikasına ters düşen hiçbir konuşmana izin yok. Rüya görsen bile ben onu öğrenirim. Kiminle konuşsan haber alırım. İyi mi, gününü, ayını, hatta yıllarını burada rahatça geçirebilirsin. Efendi efendi yaşarsın. Yok, bu nasihatıma uymazsan yandığın gündür. Artık sen kendi yolunu seç. Ya biz sana yardımcı olacağız, ya da sana dünyanın kaç bucak olduğunu öğreteceğiz.’” (s. 19) Bunu dünyanın en şeker adamıymış gibi görünen pofuduk komiser söyler, sopasını gösterdikten sonra babacan tavırlarına döneceği düşünülebilir, ta ki sopası kafaya inene kadar. Sülker’e iş bulurlar orada, İstanbul’daki maaşının beşte birine çalışmaya başlayan yazar çevre edinmeye başladığında kendisi gibi okumuş yazmışları çektiğini görür. Konya’nın bilgini, görgünü gelir, masa kurarlar, içerken deli sohbetler döndürürler. Konya hakkındaki bilgisini sınayan derviş dayıya iyi bir cevap veremeyince laf salatasına boğulur Sülker, sonra adamın sözünü keserek aslında civardaki hemen her yapıyı bildiğini gösterir, kastettiğinin kültürel eksiklik değil de kültür varlıklarını koruma yönündeki isteksizlik, beceriksizlik olduğunu söyler. Kısa süre sonra tekrar toplanmak üzere dağılırlar ama ertesi gün emniyet müdürünün yolladığı adamla çağrılır Sülker, karakola gittiğinde paparayı yer çünkü ayine mi katılmıştır ne olmuştur, Alevilerle mi dolanmaya başlamıştır, komünist mi olmuştur, bir şeydir işte, müdürü kızdırmıştır. Laf anlatmaya çalışsa da bir kez girmiştir kara listeye, orada rahat edemeyeceğini anlayınca memleketi Antakya’ya nakledilmesini ister İçişleri Bakanlığı’ndan, arkadaşı Cihad Baban’ın yardımlarıyla tepe makamlara ulaşır. Babası da hastadır zaten, yaşayacak yılları yoktur, bu durumu da dilekçesine yazdığı için herhalde, isteği kabul görür ve memleketine yollanır. Kimileri için ceza değil de ödüldür Antakya, sonuçta kendi evinde kalacak, otel odalarında sürünmeyecektir artık. Babayla geçireceği son zamanları bile çok görürler adama, o da Spinoza’yla dertleşir falan, kafa sağlığını korumasının yolu az. Boncuk işleme kâğıtlarını anlatayım da işin gittiği yer belli olsun, Sülker’e oradaki haso tanışlarından biri süsleme işi öğretir, annesine göndermek üzere boncuklardan süs püs yapar Sülker, mektupla gönderir. Ertesi gün yine çağrılır, bu kez düşmanlara harita göndermekle suçlanır, hani oraların haritasını çıkarmıştır da dış mihraklara meze edecektir güzelim memleketi. Mahmut Makal mı anlatıyordu, radyo dinliyormuş da şikayet edilmiş Ruslara yerin altından üstünden mesaj gönderdiği için. Okuyan, düşünen adam doğrudan Rus uyruğuna geçiyor o zamanlar, süper pratik.
Yıl 1944, Hitler cortlamak üzere, savaşın öncesinden beri Stalingrad’ın düşmeyeceğini söyleyen Sülker haklı çıkmanın onuruyla tutsak. Devletin tutsağı. Mektuplarla haber alıyor dostlarından, Nâzım Hikmet’in yolladığı mektuplardan güç alıyor, zamanında çalıştığı Tan‘da edindiği arkadaşlarıyla yazışıyor, iyi. Hatay’da artık, plebisit zamanında okulu bırakıp memleketine dönerek Hatay’ın anavatana katılması için oy kullanmıştır Sülker, binlerce insan gibi elinden geleni yaptıktan sonra İstanbul’a dönüp okumayı sürdürmüştür. Yıllar sonra yine memleketinde, haliyle çocukluk anılarıyla sarılmış halde dolanıyor Sülker, insan manzaraları sunuyor. Eti Türkleri’yle beraber. Bu o kadar dandik bir mevzu ki lüzum yok bahsetmeye, lise yıllarına dönen yazarın anıları şahane. Faşist-komünist tartışması çıkıyor bir gün, ortamı soğutmak için elinden geleni yapan Sülker hemen şikayet ediliyor ve kimdir, necidir denmeden içeri atılıyor çocuklar, sonra dava mava derken çıkıyorlar. Savcılığın iddianamesini cezaya itelese iteler hakim de müspet suça rastlamadığı için yakmıyor çocukları, salıveriyor, çocuklar okumaya devam. Öztürkçe muhabbeti matrak, bir gün bakan geliyor, vali mali, alayı geliyor, ders coğrafya. Öğretmen nanay, kimse bir şey bilmiyor, Sülker dikkat çekince kurban belli. Hemen kafayı çalıştırıyor yazar, piyasadaki dil eğilimine göre anlatıp anlatamayacağını soruyor konuyu, elbet yeni dille anlatması istenince öyle sözcükler sıkıyor ki herkes pürdikkat dinliyor, kimse bir şey anlamıyor ama ses çıkaran yok. Yırtıyorlar, herkes kutluyor bizimkini, acayip. Başka şikayetler de var, mesela bir Rus filmini izlediği için kenara çekiliyor Sülker, bilmem ne yaptığı için ajan olduğu şüphesiyle izleniyor, tam dehşet ortamı. Hüseyin Cemil gibiler için cehennem, Sülker’in gençlik arkadaşı Cemil’in kafası okuduklarıyla dopdolu, ülkenin halini almıyor ama, anlaşılabilecek hiçbir şey yok. “‘İşte kardeşim, öyle bir muhit ki beni daima düşündüğümden, bildiğimden, anladığımdan başka bir dil konuşturmak için pençeliyor. Şimdi dimağını kurcalayan bir şüphe var: muhatabıma seslenmeden düşünüyorum, acaba dinleyecek mi, acep okuyacak mı? Ama hamdolsun, buna da ehemmiyet vermez hale geldim. Şuna inanıyorum: muhatabı istiskal ve istihfaf; ilelebel echel kalmağa mahkum olanların bajt-ı siyahlarına aid bir tezahürdür.’” (s. 99) Öğütülen parlak gençleri hatırlar Sülker, direnişi için onların güçlerini ödünç alır, özünün kurumasını engeller. Davalar açılacaktır yine, suçlamalara maruz kalacaktır ama hakikatin, doğru bildiklerinin yolunda ilerler, eyvallah çekmez. Yıllar sonra TİP’in genel sekreteri olacak, siyasette aktif olarak rol alacaktır, yaşadıklarından sonra kafası öylesi kuvvetli adamların anıları okunmalı.
Cevap yaz