Ateş’in başka bir öyküsünde geçen Sanat Sevenler Derneği’nin “Sanat Tutkunları Derneği” hali, derneklerin derilme amacından nasıl uzaklaştırıldıkları, muktedirlerin küçük oyunlarla at koşturdukları. Sendikalar da iyi örnek, sendika başkanlarının milletvekili olmaları kuvvetli ihtimal. Bu öyküde karikatürist Necmi Sıradağlı’yı takip edeceğiz bir yere kadar, sonrasında derneğin nasıl yozlaştığını birkaç karakter üzerinden göreceğiz. Sıradağlı mekandan elini ayağını çekince üretkenliği artmış, mizah dergilerinde çizmeye başlamasının sebebi ketleyici dernekten kurtulmak, ilk eleştiri. Bir gün şöyle bir önünden geçeyim diye gidiyor, bakıyor ki eşyalar kapı önüne konmuş, kira borcundan ötürü dernek binası boşaltılmış, kapı önünde bağırıp çağırıyor insanlar da “haklı olanların suskunluğu” yok onlarda, belli ki hepsi batan gemide çello çalmışlar. Ülkede sanatın değeri yokmuş, derneğin başkanı Akil Esen arazi olmuş, zaten derneği batıran da oymuş ama o çığırtkanlar neden seslerini çıkarmamışlar yıllardır? Çıkar meseleleri, Nazire Hanım’ın “Valide”likten yandaşlığa geçişinin öyküsü özetliyor. Başlarda muhalifmiş, sonra Esen’in yemlemesiyle iktidarın tarafına geçmiş. Ayılıp bayılıyor kapıda, harcadığı emeğin haddi hesabı olmadığı için serpilmesinde pay sahibi olduğu yapının paldır küldür devrilmesi yıkım demek. Geçmişe dönüp neler olduğuna bakıyoruz gerisinde, Esen’in hiçbir etkinliğe müsaade etmemesi son bağları da koparıyor. Etkinlik düzenlemek isteyenlere sonra konuşacaklarını söyleyerek pasif sabotajını sürdürüyor, siyasilerle ilişkilerini ilerletiyor ve kapıya kilit vurulmadan önce kültür danışmanlığına atanıyor, amacına ulaşmak için kullanmış derneği. Balo düzenlemekten başka bir işlevi kalmıyor sanat ortamının, efil efil cinsellik kokan partiler haricinde hiçbir şey yok. “Küskün Fotoğraflar” ne çok şey ifade ediyor aslında, her öykünün gerçekliğe dayandığı seziliyor da bu anlatılanların gerçekten yaşandığını düşünürsek oluşumların içinde yer alanların öfkeden patlamamaları mümkün değil. Patlama öyküleri bunlar, sanki.
“Benim Yedi Dil Bilen Hocam” kallavi bir akademi eleştirisi, masalsı atmosferiyle bilginimizi karikatürleştiriyor. Aynı kalıptan çıkma, egoist, küçük veya büyük dağları yaratan şahısların en müstesnalarından biri burada, Ateş’in kurduğu biçimin içinde tam bir masal kahramanı, bilgi kumkuması, askerin postalını üniversite koridorunda duyuran bir ombudsman. “Evet sevgili okur”, bir varmış bir yokmuş, üç tarafı denizlerle çevrili ülkede on yılda bir “tersyel” esermiş, bu yelin esmesiyle ayaklar baş, başlar ayak olurmuş, zırt pırt değişen uzuvlar ne olduğunu şaşırırmış. Bilgin hiç şaşırmazmış ama, tam yedi dil bildiği için herkes hayranlıkla bakarmış ona, üç çömezi bir dediğini iki etmez, özel işlerini halleder, genel işlerini de halleder, hasılı bütün işlerini hallederlermiş. Ayak işlerini yaptırdığı çömezlerinin bilimsel metinlerini, kitaplarını falan gözden geçirirmiş şöyle bir, hataları müstehzi bakışlarla bir bir sıralarmış. Üstattan övgü bekleyenler bir sağdan bir soldan gelen darbelerle siner, kös kös giderlermiş sonra, daha iyisini yapmaya çalışırlarmış, bilginin söylediklerini hemen eşlerine, çocuklarına anlatıp bilginin ne kadar bilgin, ulu bir zat olduğunu cümle aleme yayarlarmış. Mehmet Ateş nam bir çömez iç çembere girememiş de girmeye çalışırmış, yazdığı bir metni hocaya göstermiş. Hoca bütün bileşik sözcükleri ayrı yazması gerektiğini belirtmiş, hepsini, Dil Örgütü’nün sözlüklerine bakmamalıymış da hocanın yazdığı sözlüğe bakmalıymış Ateş. Nedeni ortaya çıkıyor bir süre sonra, yine tersyel esiyor ve DİLÖR’ün yönetim kademesi değişince üstat nihayet kendi sözlüğünü kabul ettiriyor ve bütün yazımları değiştiriyor adeta. Hemen isyan çıkıyor tabii, ülke çapında bir tabela operasyonu gerekiyor ama kimse yanaşmıyor buna. Toplantılar yapılıyor, üstat bastırıyor, muhalifleri orta yolu bulmaya çalışıyor, üstat işler sarpa sarınca hemen yemek vaktinin geldiğini söylüyor, yemekte herkes duruluyor, yine kavgalar, yine yemek vakti, bu sefer yemekhanede sandalyeler havalarda uçuşuyor, tepeden gelen kararlar tabanda karşılık bulmuyor. “Her neyse… Olan o ülkenin diline oldu. Bir dilin üstünden yedi ulusun ordusu geçse, böylesine tuzla buz edilmezdi; bizim yedi dil bilen bilginimiz yanında çömezleriyle kolayca becerdi bu işi.” (s. 60) Mustafa Çevikdoğan’ın bir iki öyküsünde toplumsal tartışmalar vardı, saçma sapan bir sebepten bütün ülke yangın yerine dönerdi, Ateş’in öyküsü de aynı kalibrede. Dıkşın!
“Yargıçlardan Önce” yine kallavi bir akademi eleştirisi, Macide Hanım’ın merhum kocasına zulmedenlerden aldığı intikam değil de suçlunun gücünü yitirmesinden keyiflenmesi. Televizyonda eşinin iki asistanını görmüştür, kelepçeli halde DGM’ye getirilen akademisyenler birtakım yolsuzluklara karışmış, ülkeyi soyup soğana çevirenlere katılmışlardır. Öncesinde merhumun kitaplarını cebellebe etmişler, Macide Hanım birinin odasını basıp çıngar çıkardığı zaman her koşulda kolaylıkla zeytinyağı gibi üste çıkan adamımız susmuş, fırtınanın dinmesini beklemiştir. Sırf bu da değil, kafadar arkadaşıyla birlikte yazdıkları metinlerin çalıntı olduğu öne sürülmüş, dikkatleri üzerlerine çekmişlerdir. Her şey olup bittikten sonra bölümü tekrar görmek ister Macide Hanım, ataerkiden ötürü içi bulanır, eskiden tanıdığı doçentlerden biriyle sohbet eder. Adam iki çavuştan birini savunmaz da diğerini kıyasıya savunur, herkese kebap ısmarlayan bir adam kötü olamaz çünkü. Herkese kebap ısmarlaması adamın masumiyetinin göstergesidir, Macide Hanım’ın içi tekrar bulanır ve çaycının getirdiği çayı içen doçentin gark gurk geğirmesinden onun da sağlam bir semirdiğini anlar. Kebap baştan kokmuştur, üniversite koca bir kebapçıya dönmüştür. Olur böyle şeyler, ben kaz getirenini görmüştüm. Bildiğimiz kaz. Eleman Ağrılı mıydı, Karslı mıydı, oraların kazı meşhurmuş. Rüşvetçi hocalardan birine kaz getirdi adam, belki başkalarına da getirmiştir ama bir kazın muhabbeti dönmüştü. Adam sonradan araştırma görevlisi mi oldu, bir şey oldu da bilemiyorum şimdi. Marmara da gark gurklardan geçilmezdi açıkçası, gerçi ülkenin tamamı geçilmiyor ya.
Birkaç öykü daha var da “Kardeşini Yitiren Öykü”yle bitirmek isterim, iki gün önce Kemal Ateş’in Twitter’daki paylaşımını görünce bu kitabı sahaflardan birinden aldığımı hatırladım. Metin Altıok’la birlikte askerlik yaptığını, bu kitabında o askerlik günlerini anlattığını söylemişti Ateş, okula gider gitmez raflara baktım ama bulamadım, kolileri açınca karşıma çıktı ve hemen okumaya başladım. Bu öykü ilk yarıdan sonra, ilk öykülerle biraz hazırlanmak lazım çünkü kitaptaki en ağır öykü belki. Kütahya’da birlikte askerlik yapmışlar, Kundera’nın berber iskemlesini “insanları askere dönüştürecek montaj zincirinin başlangıcı” olarak görmesinden hareketle tornaya birlikte girdiklerini söylüyor Ateş, saçlar gitmiş. Eğitim aralarında, koğuşlarda herkes askerlikten çıkıp neyse ona dönüşürmüş tekrar, mesela “Cahit” düz asker ama koğuşta Cahit Berkay, az önce araştırdım da aynı yıl o da Kütahya’da askerlik yapmış. Kürşat diye biri, Paris’te felsefe okumuş. Nail, ODTÜ’de öğretim üyesi. Kadro müthiş, askerlik şeker gibi geçmiştir herhalde. Sonra Ankara günlerine bağlıyor Ateş, Behçet Aysan’la anısını anlatıyor, Metin Altıok ve başka pek çok şair de var. Bir etkinlik faciası, güzelim geceyi mahveden iki şairin kim olduklarını çok merak ettim. Şöyle acıtan bir son: “Öykü, nice incelikler öğrendiği kardeşini o uğursuz yangında yitirmenin acısı içinde şimdi. Okuduğunuz bu öykünün o yüzden boynu bükük, yüreği yaralı, gözü yaşlı. Karşınıza nasıl bir kurguyla, nasıl bir biçemle çıkacağını bilememesi bu yüzden.” (s. 75)
Çürük Kapı‘sını da okumuştum, Kemal Ateş bence edebiyatımızın kıymeti bilinmemiş değerlerinden biri. Kitapları tekrar basılmalı, çok okunmalı, ne bileyim.
Cevap yaz