Mişima’nın köklerini garanti buluyoruz, Abe’nin faydalandığı kaynaklardan biri de bu öykülerde, Tanizaki yol gösterici olarak çok rahat görülür. “Ağzının Tadını Bilenler Kulübü” gizemli bir organizasyona katılmak için uğraşan garip adamın hikâyesiyle Abe’nin tuhaf anlatılarına zemin, birçok öykü Mişima’nın şiddete meyilli çocuklarını da doğurduğu için bereketli açıkçası. Yankısı gücü ölçüsünde olağanlıkla ulaştı günümüze, duyan var mı bilmem, gerilim oyunları bile yeter usta bellemeye Tanizaki’yi. Yazarlığının ilk döneminden öyküler bunlar, Batı’nın etkisi bariz, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yazdığı metinlerinde Japon kültürüne ağırlık veriyor yazar, yerel unsurlarla dolduruyor metinlerini de “Dövme” mesela, hastalıklı bir tutkunun onanmasıyla ortaya çıkan ilişki Mişima’ya, Oe’ye uzanan dışarlıklı bir dal. “O zamanlar” insanlar “çılgınlık” denen soylu erdeme sahip, ortalık çalkalanmıyor, hikâyenin temeli baştan belirgin. Erkek geyşalar, dedikoducular mesleklerini rahatça icra edebiliyorlar, Kabuki tiyatrosunda kadın rollerine çıkan erkekler meşhur. Pencere küçülüyor biraz, eğlence alanlarına giden yolcuların vücudu hoş dövmeli taşıyıcıları seçtiklerini görüyoruz, samuraylar bile dövme yaptırıyorlar, dövme festivalleri düzenleniyor. Biraz daha küçülüyor: Seikiçi. Genç dövmecinin namı yürümüş, dövme yaptırmaya gelenler mutlu ayrılıyorlar ama ne pahasına, Seikiçi müşterilerine korkunç acılar çektirmeden bırakmıyor onları, isteklerini yerine getiriyor ama kanla dolduruyor bedeni, ağlayanı aşağılıyor, direnenlere kısa süre sonra ağlayacaklarını söylüyor. İşine tutkun, ulaşmak istediği bir nokta var: “Hayatta en büyük arzusu çok güzel bir kadın bulup onun pırıl pırıl yanan tenine bütün sanatını, bütün ruhunu dökmekti.” (s. 15) Sadece bedene değil, ruha da kazımak istemektedir desenini, bu yüzden ideal kadını yıllarca bekler, iş yaptığı bir adamın gönderdiği kızı görünce beklediği günün nihayet geldiğini anlar. Psikolojik olarak hazırlamaya başlar kadını, önce vahşet dolu resimler gösterir, kızın o resimlerdeki kadınlar gibi olduğunu dikte eder, zamanı gelince de bayıltıcı zımbırtısını kullanır ve kızı alıkoyar. “Eski Mısır’daki Menfis halkı dünya ve ahretlerini nasıl piramit ve sfenkslerle süslediyse, Seikiçi de bu tertemiz insan tenine kendi ruhunun rengini vermek istiyordu.” (s. 20) Hadi bakalım. Tanizaki gizlemez hiçbir şeyi, başta kurduğu çatı tüm anlattıklarını ikna edici kılar. Nedir, Seikiçi işe koyulur, ter içinde kalır, saatlerce uğraştıktan sonra kızın sırtındaki örümcek sekiz bacağını birden bedene sarmıştır. Resimleri de hediye eder dövmeci, kızı yolcu ederken son bir kez örümceği görmek ister. Sabah güneşinde pırıl pırıl bir yaratık, ele geçirilmiş ruh ve beden. Kızın güçsüzlüğü, kabullenişi doğal, Seikiçi’nin hastalıklı arzusu daha doğal, ne olsun.
“Kirin” tarihî bir öykü, İsa’dan önce 493 yılında tilmizleriyle dolanan bir ulunun başından geçenlerin hikâyesini taşıyor. Ro Hanedanı’nın tahta çıkışının 13. yıldönümü kutlanıyor, ortalık şenlik, o sırada araba yol alırken imparatorluğun sınırlarına yaklaşıyor. Ulunun gösterisi var önce, küçük kafilenin karşısına çıkan ihtiyarı sorguluyor tilmizlerden biri, kimsenin mutluluğu umursamadığına dair hikmetli sözler tanıdık bir düşünürü hatırlatıyor da ismini vermeyeceğim, “ulu” dediğim kişinin adı başta verilmiş ama vermemek de olurdu, ben vermiyorum çünkü paşa keyfim. Evet, ulu kişi ihtiyarın iyi kelam ettiğini ama henüz gerçek yolu bulamadığını söyler, yallah sınırdan içeri. Kral Reiko en zenginden daha zengin, öyle böyle zengin değil, eşi Nançi dünyalar güzeli, birlikte cenneti yaşıyorlar. Ulu gelene kadar tabii, ünü sınırları aşan düşünürü saraya çağırıyorlar, adam hemen etkisi altına alıyor Reiko’yu ve adil yönetmek, öküz gibi yaşamamak hususlarında nasihatler vermeye başlıyor. Görmüyoruz bunları, Reiko’nun Nançi’den uzaklaştığını görüyoruz bir. Nançi hemen kinleniyor, eşini inzivadan çıkarmak istediği için uluya sarıyor. Karşı karşıya geldikleri zaman kadının ve yaşlının söyledikleri çan çun -kılıç sesi diyelim, düşünsel kılıç, fikir katanalarının çarpışma sesleri, katana değilse de Çin kılıcı, aman- seslerinin geldiği akıl savaşı resmen, yaşlı bilgece cevaplar veriyor, kadının cüretkârlığında sınır yok, Reiko en sonunda eşinin kışkırtmalarına karşı çıkamıyor ve eski haline dönüyor. Ulunun söylediği: “İsterdim insanoğlu aklı mantığı bile…/ Ama serde kadın var, mantık bile nafile…” (s. 43) Konfüçyüs üstadın geride bıraktığı eserlerden birinde bu iki dize mevcut, kaynağını öğreniyoruz böylece. Aslında o akıl dolu pasların nereden geldiğini gösteren üfürme öykülerden bir kitap, olurmuş.
“Çocuklar” işte, sınıfsal ayrımın biçimleri ve bilişsel anlamda çocuğun canavarlığı. Uygun şartlar ve kişiler canavarlığı görünür hale getiriyor, bunun uzunca bir hikâyesi. Anlatıcının okulunda hizmetçisiyle birlikte dolanan çocuk, X diyeceğim, bir gün evindeki eğlenceye anlatıcıyı da çağırır. X zengin, çocuklardan gördüğü eziyette bunun da sebebi var muhtemelen, anlatıcıyı sevinçten havalara uçuruyor ama yoksulluğunun öyle farkında ki başına geleceklere peşinen hazır halde gidiyor o eve, hiçbir şeye karşı çıkamayacak bir pozisyonda. X’in üvey ablası Y ve o evin hizmetlilerinden birinin çocuğu, okulun zorbası Z de oyunlara katılıyor, birlikte yetişkinlerin yaşantılarını canlandırıyorlar, masumiyet yavaş yavaş kayboluyor ve iş acımasızca kurulan senaryolarla raydan çıkıyor adeta. Sadizmin örneklerini gördükten sonra Y’nin çocuklara mazoşizmi tattırmasına şahit olunca bir nevi intikam olarak görebiliriz olanları, oyunlar boyunca aşağılanan, acı çeken Y’nin son oyunda mum parçalarıyla eziyet ettiği çocuklar eğlencenin diyetini acı çekerek öderler, diğer yandan eğlenmeye devam ederler, müthiş bir tansiyon. “O kendini beğenmiş Şin İçi gün geçtikçe tamamen ablasının kulu haline gelmiş, okulda da evde de korkak ve itaatkâr bir kuzuya dönüşmüştü. Üçümüz de artık yeni bir oyun keşfetmiş gibi Mitsuko’nun bütün emirlerine boyun eğiyorduk.” (s. 87) Anlatıcının gördüğü hayali varlık, halüsinasyonu andıran devinimler Sineklerin Tanrısı‘nda zuhur etmiş midir acaba, Golding’in bu öyküyü okuduğunu düşünmek hoşuma gitti.
“Sazende Şunkin” novella olsa olur bir öykü, dört dörtlük. Tarihçe adeta, toplumun değişimini gösterdiği gibi Şunkin’le Sasuke’nin ilişkisi üzerinden tahakküm şov. Mezarlarını görüyoruz, iki sanatçı da hayata veda etmişler, yetmiş yaşlarında bir kadın düzenli olarak gelip ziyaret ediyor mezarları. Üçünün yaşamlarından çıkacak koca bir hikâye var, keyifli. “Sayısız gökdelenlerin akşam sislerini deldiği Doğu’nun bu büyük endüstri şehrinde, kaderleri esrarengiz bir şekilde birlikte örülmüş bu hoca ve talebe ebedi uykularında koyun koyunaydılar.” (s. 91) Gökdelenler belirmiş, oysa yaşamlarının anlatısı Meiji’nin çok öncesinde başlıyor, çevresel kodlar değişimin hızını, geçen zamanı da belirliyor. Düşünüyorum, Tanizaki’nin imza öyküsü olabilir çünkü yine sınıfsal ayrımın izleri var, efendi-köle diyalektiği zaten olduğu gibi geçiyor metinde, sanatçıların uçarı kaçarı halleri var ki Şunkin’in o divalığı, efendime gömeyim, primadonnalığı yer yer abarttığı kısımlarda hep beraber dibe vurma tehlikesi çıkar ortaya, üst sınıfın nimetlerinden yararlanamadığı zamanlarda bile bülbüllerine dünyanın parasını dökerken hizmetçilerini aç bıraktığı olmuştur. İyi kesmiyorlar bunu, her türlü kaprisine katlanıyorlar, aşırı katı bir kabullenme. Şunkin’in kibri meşhur, bu yüzden diğer müzisyenlerle işbirliği de yapamıyor, yalnızlaştıkça Sasuke’yi daha da hor görüyor. O yanda büyük bir aşk var, Sasuke yeri geldiğinde Şunkin’in ailesini kandırarak basit bir hizmetçiden başka bir şey olmadığını söylese de Şunkin’in tek dayanağı, ne kadar kötü muamele görse de. Âşık olduğu kadının yüzü darmadağın olduğu zaman gözlerine iğne sokması var, tam da yazıyı bitirmelik.
Cevap yaz