II. Dünya Savaşı sırasında savaş esiri olarak alıkonulmuş Gracq. Fransız ordusunun Almanları durdurmak için ağaçlardan medet umduğu cephede düşmanın ağır ağır ilerlediğini görmüş, mevzisini korumaya çalışırken dehşeti yaşamış olmalı. Asteğmen Grange’ın birkaç ayını olduğu gibi kendi deneyimlerinden çıkardığı malum, havada poflayarak dağılan uçaksavar mermilerini, paletlerin ezdiği köy yollarını, yavaş yavaş yükselen gerilimi, doğanın şiirini doğrudan deneyimlemesiyle böylesi etkileyici bir metin ortaya çıkarmış, savaş edebiyatının müstesna bir parçası bu. Sonlara doğru yükselen tansiyondan çok Grange’ın bir başınalığı ve doğa izlenimleri akılda kalıyor, adam edebiyatla da haşır neşir olduğu için serbest dolaylı anlatıcının sık imgelerle ördüğü manzaraların temeli de sağlam üstelik, kurgusal bir yamuk yok bu açıdan.
Mekana trenle geliyor Grange, kenar mahallelerden ve dumanlardan kurtulunca dünyanın çirkinliği dağılırmış gibi hissediyor. Vadinin altın sarılığı, kavaklar, eğreltiotları ve bodur çalılar her yerde, Grange bu manzara karşısında pastoral bir sarhoşluk yaşıyor. Zamanı gelince amirinin tavsiyesine uyup Paris’e gitmemesi bu sarhoşluk yüzünden, Almanların hiçbir şekilde bozamayacağı bir güzelliğin içinde yaşadığını düşünecek. Meuse kıyısında konuşlanmış, berkitilmiş evde görev yaparken balkonda geçirdiği vakitleri düşlerle dolduracak, kendisi gibi sessiz askerleriyle yakındaki köye yürüyüşleri de. Tren Meuse’ün üzerindeki köprülerden geçerken o köprülerin havaya uçurulacağını hiç düşünmüyor, aslında geride bıraktığı her bir yapı yıkılmaya mahkum ama önünde koca bir sonbahar ve kış var, Almanlar henüz çok uzakta, görülebilen tek “sıkıntı” civardaki fabrikanın düdüğüyle kasabanın meydancığını dolduran “iç karartıcı bir Kuzey Afrikalı sürüsü”. Trenden inip yürümeye başlayınca duymaya başladığı asker gürültüleri, miğfer ve matara tangırtıları sinirini bozmaya yetmeyecek. Emrindeki albayın görevlendirmesiyle Falizes’in tepesindeki berkitilmiş eve gönderildiği zaman yolculuktan geriye manzaralar kalacak bir tek, ardından yepyeni bir dünyanın kapıları aralanacak, yaklaşık bir yılını geçireceği ev, Falizes’in insanları ve Mona belirecek. Almanya sınırı 100 kilometre ötedeyken, tehlike düşündüğünden daha yakınken ormanın koruyucu ruhuna güvenecek. “Grange, yaşamının yarısının kendisine geri verileceğini düşündü: Savaşta gecenin içinde de insanlar yaşar, ‘yıldızların altında…’, diye düşündü; aklından, belli-belirsiz, ayışığı altında tostoparlak elma ağaçlarının oluşturduğu kara gölgelerin arasından süzülen dar beyaz yollar, hayvanlar ve sürprizlerle dolu ormanlarda kurulan kamplar geçiyordu.” (s. 10) Genelgeler, yönergeler yağıyor, evde ve evin civarında hummalı çalışmalar sürüyor, Grange uyandığı zaman güzel bir kahvenin tadını çıkarıyor, kendisine yakın bulduğu iki askeriyle birlikte henüz ağırlaşmamış işleri görüyor ve diğer rütbelilerle zaman geçiriyor sık sık. Yaz, sonbahar, iki mevsim doğal güzelliğin uyuşukluğuyla geçerken Mona çıkıyor ortaya, genç bir dul. Grange boş zamanlarında Mona’ya gidiyor, birbirlerine hiçbir söz vermeden sevgilerini paylaşıyorlar. İki askerden biri de gönlünü bir başkasına kaptırıyor, yalnız kalanı kendini içkiye vursa da diğerleri gibi o da görevini aksatmıyor, kışın kar fırtınasında koyu karanlığın içinden çıkıp gelerek sırtlandığı etleri bırakıveriyor yere, ardından ateşin karşısına oturup canlı bir şelaleye dönüşüyor, üzerindeki kar katmanının erimesi ve yerde oluşan su yollarını şiir gibi görüyor Grange, yaşamın böyle küçük, parlayan anları onun için çok önemli, günlüğünü şiirsel anlarla tutuyor denebilir. Diğer yandan beton dökülüyor ve istihkâmlar oluşturuluyor, merkezden gelen haberler hazırlıkların hızlanmasını sağlıyor. Civardan geçen rütbelilerden birine kaliteli bir içki sunuyor Grange, karşılığında şu sözleri alıyor: “‘Güzel şişenize karşılık iyi bir öğüt size. Yerinizde olsaydım bir hava değişimi ayarlamaya çalışırdım. Ormanda size kiraladıkları bu zamazingoya ben ne ad veririm bilir misiniz? Alınmayın ama, ben buna avanak tuzağı derim. Bunun içinde fare gibi kapana kısılacaksınız.‘” (s. 58) Belçika’daki on üç tümene güvenir Grange, kışın Almanların saldırmayacağına da bel bağlar ama “otuz yıl gecikmeyle deri değiştiren” orduya da pek güvenmez, ortalık kızıştıkça geciken ikmaller canını sıkmaya başladığındaysa çok geçtir artık. Savunma için gereken mazgallar bir türlü gelmez, ağaçlar güzelliklerinden bir şey kaybetmeseler de o kadar güven vermemeye başlarlar. Amiri olan yüzbaşıya uysa Paris’e gidip çok daha rahat bir göreve başlayabilecekken bulunduğu yerden ayrılmak istemez, yakaladığı duyguyu geride bırakmak zor gelir. İki ordunun karşılaşmasını Kazaklar‘daki savaşa benzetir, emrindeki askerlerden biri de aynı romandaki baba bir karaktere benzemektedir, bir amiri Poe’nun karakterlerini andırır, gitmemek için kendine edebiyatla gerçekliğin kesişimini sebep gösterir, doğrudan değilse de dolaylı olarak. “Grange bu ücra orman diplerinde her sigara yakışında içini tuhaf bir duygunun kapladığını hissediyordu: sanki gerçek dünyadan palamarlarını çözüyor; kefareti ödenmiş, insandan arınmış, boş okyanusların kendinden geçmiş yükselişiyle yıldızlı göğüne yapışmış başka bir dünyaya giriyordu. Kendisini kapıp koyuverdiği bir yürek hafifliğiyle, ‘Dünyada benden başka kimse yok,’ diyordu.” (s. 69)
Alman uçaklarının görünmeye başladığı ilk gün havadaki patlamaların bıraktığı izleri çiçek gibi açılır, antikalaşmış uçaksavarlar uçağı vuracak gibi değildir. İlkbaharla birlikte keşif uçakları artar, merkezden gelen emirler çoğalır, yerleşim yerleri boşalmaya başlar. Köylüler sırtlarındaki yırtık yorganlarla, yataklarla ağır ağır yürüyüp uzaklaşırlar, ortalık fırtına öncesi sessizliğe bürünür. Ufukta henüz bir tehlike yoktur, zaten Almanlara zor anlar yaşatacak silahları da yoktur Fransızların, kar altında kalan silahlar yağlanmadığı için ateş açacak durumda değildir, üstelik tankların karşısında pek şansları da yoktur. Herkes içten içe umutsuzluğa kapılır ama kimse dile getirmez bunu, Meuse cephesinin nüfusunun artmasından kuvvet bulurlar belki. “Belki de ilk kez -diyordu Grange- hayalci bir orduda seferber durumdayım. Burada hayal kuruyorum, hepimiz hayal kuruyoruz ama neyin hayalini?” (s. 117) Asker sevkıyatı artar, baharın gelmesiyle birlikte saldırının yaklaştığı düşüncesi yayılır. En sonunda Mona’yı da yollar Grange, rica üstüne ricadan sonra kadın tehlikeden uzağa gider, Grange’ın askerleri kalır bir tek. Savaş ufukta belirir, önce uzaklarda patlayan bombalar, sonra Fransız ordusunun cepheye hareketi ve en sonunda Alman askerlerinin görünmesiyle. Herkesin içten içe bildiği ama inkar ettiği biçimde ormandan gelirler, ana yolun mayınlarla dolu olması hiçbir şeyi değiştirmez böylece, üstelik Hitler Belçika’yla Hollanda’yı ele geçirdiği için savunma hattının arkasına sarkacak istikameti de bulmuştur, Fransızlar gerçekten de avanak tuzağında kapana kısılırlar. Askerlerinden biriyle birlikte çarpışan Grange, patlayan bombaların ve tüfeklerin arasında yaralanır, adamına kendini kurtarmasını söyler. Asker önce etrafta oyalanır, komutanını rahat ettirir, sigara yakar ve en sonunda yardım getireceğini söyleyerek uzaklaşır. Grange için yapacak pek bir şey kalmamıştır artık, uzun uğraşlar sonucu ayağa kalkmayı başarır, bacağını sürükleyerek köye gelir ve Mona’nın evine girer. Şiir son dizesindedir, onca güzellik, imge ortadan kaybolmuştur, birkaç ay önce huzurla dolu olan ev kaygıdan başka bir şey vermez artık. Grange yatağa girer, yorganı üzerine çeker, anlatı böylece sonlanır.
Maginot Hattı’nın çöküşü sırasında yaşananlardan bir parça, bu açıdan değerli bir metin. Grange gibi düş dünyası geniş bir askerin bir yıllık yaşamı var diğer yandan, ilginç bir karakterden ilginç bakış açıları, bu da hoş. Gracq gerçeküstücülükle anılıyor, bu metni son derece “gerçek”. Denk gelinirse okunsun, iyi.
Cevap yaz