Sabahattin Eyuboğlu’nun “Hep Birden Yaşama” başlıklı yazısı var başta, Gide’in “birer birer ve hep beraber” düsturunun gösterdiği “toplumsal bireycilik” meselesini açıyor. Romains ve arkadaşlarının giriştikleri edebi serüvenin dayanaklarından biri bu, Paris yakınlarında eski bir konağa yerleşip matbaa kuruyorlar ve metinlerini basıp dağıtıyorlar. İmece usulü yapılıyor her şey, 1906’nın sonbaharında kolektif bir üretim ortamı oluşuyor. Bir nevi şiir okulu aynı zamanda, dönemin genç sanatçıları için iyi bir uğrak noktası. Unanimizm -bireyin biricikliğini korurken toplumla bütünleşmesine niyetlenen bir akım, bir nevi kolektifşahsi bilinç akımı- böyle bir ortamda doğuyor, sembolik Fransız şiiri yavaş yavaş toplumcu bir havaya kavuşurken pratikte de şiirin izi takip ediliyor, şiir kitapları basılıyor Abbaye’de. “Tekke” bayağı, matbaayı satın alıp hediye eden genç politikacı Henri Martin, Georges Duhamel, pek çok entelektüel on dört ay boyunca orada yaşıyorlar. “İkinci ve korkunç bir kıştan sonra artık yaşayamaz olduğumuz Tekke’den ayrılmak gerekti. İşi sürdüremememize her şeyden çok gençliğimiz sebep oldu. Hiçbir disipline girmiyor, kafamızda esenden yana gidiyorduk. Her birimizin özlediği şey başkaydı aslında ve bunu apaçık söyleyemiyorduk bir türlü.” (s. 9) Şiirlerinden bir örnek vermiş Eyuboğlu, çokluğa ve bireye güzelleme şeklinde ilerleyen, gerçekçi sesi imgelerle süsleyen bir şiir. Pek tutmasa da unanimizm dönem için farklı bir edebi okul olarak oldukça değerli.
Fabrikaların kurulmasıyla dirilen bir şehrin bu tür bir fikirsel altyapısının olması ilginç. Nereden okunduğuna göre değişebilecek bir durum var burada, herkes herkes için çalışmaya başlayınca bir şehir diriliyor ama üretim araçları yine sermayenin elinde, işçiler saatlerce tezgâhların başında dikiliyor, oturduğu yerden toprağını ve parasını işleterek para kazanan tayfa aydınlanma ânı yaşıyor bir süre sonra. Bir iki patronda eşitliğe dair fikirlere denk gelsek de şehrin dev bir çarklar sistemine dönüşünden sonrası yok, herkes kitap ve gazete okumaya başlıyor, ticaret gelişiyor, küçücük bir yer kalkınıyor ama komünal bir düzenin izleri hemen hemen hiç yok. Masalsı bir metin, dolayısıyla düşünsel temeli çok naif birtakım eylemlerin uygulanıp uygulanamayacağından ibaretmiş gibi görünüyor. Baştan alayım, Paris’ten altıda geliyor tren, endüstriyle işi olmayan kasabadan işçiler gelip gidiyor, o kadar. Postacı geliyor bir de, büyük şehirden bu kasabaya geldiğinde aklında taşralılarla münasebeti ilerletmemek var, hiçbir şey yapmayacak orası için. Sonradan insanlara yavaş yavaş ısınıyor gerçi, kendine belirli güzergâhlar belirliyor, aynı dükkânlardan alışveriş yapıyor, kasabayı önce kendi edimleriyle canlandırıyor. Bakıyor ki insanlar canlanmaya, coşkuyla yaşamaya çok müsait, büyük şehirde herkes ölü gibi olduğu için postacıya uyandırılabilir bir yer gibi geliyor kasaba, güneşli bir gün keyfi de yerindeyken umumi bir tuvaletin duvarına şunu yazıyor: “Varlıklılar çalışanların sırtından geçinir: Tükettiği şeye karşılık hiçbir şey üretmeyen kişi toplum hayatında bir asalaktır.” Şehri dolanmaya devam ediyor sonra, insanları gözlemliyor. Her gün aynı şekilde yaşayan, aynı dertlerle devinip duran insanların ilişkilerini yorumluyor: “Bu ilişkileri sezmek için ekonomik düşüncelere girişmiyor, soyut kurallar tasarlamıyordu. Gözlemi, kelimelerle anlatmakta çok güçlük çekeceği ani bir kavrayış gibiydi. Yavaş yavaş şehre sinirlenmeye başlıyordu. Onu eskiden iddiasız, kendi halinde ve cana yakın bulduğu halde şimdi yadırgıyor, her şeyini düzensiz ve dengesiz buluyordu.” (s. 27) Yol açtığı dalga yükselmeye başlayınca ortadan tamamen kayboluyor, değişen insanları görmeye başlıyoruz. Şehir üzerindeki ölü toprağını atmaya başlıyor, yolda karşılaşan insanlar tuvaletteki duvar yazısından bahsediyorlar, kimi servetini edindikten sonra yan gelip yatmaktan şikayet etmeye başlıyor, kimi evinin duvarlarından çekinmeye başlıyor. Uzunca bir süre o duvarlar bir korunak teşkil ediyordu ama artık dış dünyadan, güzelliklerden falan ayıran bir sınır olarak yükseliyor. Kahvehanede oturan işçiler ve işsizler kendi aralarında konuşuyorlar, eskiden politik ve ekonomik muhabbetler açılmazken yazıdan sonra emekten, çalışmanın erdeminden bahsetmeye başlıyorlar, aralarından biri okuduğu bir bilim kitabından olduğunu söylediği bir cümleyi söylüyor, duvardaki yazıyı söylüyor aslında. Kodamanların evlerinde de durumlar değişmeye başlıyor, babalar hazırdan yiyen evlatlarına çıkışıyorlar ve herkesin çalışması gerektiğini söylüyorlar. “Medeni olmak için çalışmak” görüşü öne çıkıyor burada, bir iş görmek asalaklıktan çıkışın garantisi olarak görülüyor. Herkes midesine giren yiyecek karşılığında çalışmalı. Orta sınıfın oğulları çalışmadan yan gelip yatıyorlar, elleri bir iş tutmalı falan, böyle şeyler söylüyor herkes. Mevzu giderek yayılıyor, çöpçüler zenginlerin evlerinin önünü temizlememeye başlıyor, yoksul bir bakkalsa dükkânının önünü pırıl pırıl yapıyor. Sınıfsal okumaya son derece açık bir metin, tabii fırında çalışan işçilerin yolda kendilerine laf atan kodamanı dövmeleri nasıl okunur, bilemiyorum bunu. Sınıfsal öfkeden daha derin bir şey var burada, işçiler birleşiyor ama patronların korkulu rüyası olmak için değil, herkesin çalışmasını sağlamak, ürettiklerinin çok küçük bir parçasıyla yetinmek için.
Kasaba meclisinde konuşmalar yapılıyor, civara bir kil fabrikası kurulması yönünde karar çıkıyor. Civarda yaşayan bir soylu kereste fabrikası kurduğunu ve kırk işçiyi işe aldığını söylüyor, endüstrileşme tam gaz başlıyor, kasaba büyüyor, gelişiyor, kara bacalardan çıkan kara dumanlar cennet gibi bir toprağın üzerinde birikiyor ama bahsedilmiyor bundan tabii. Pazar yerine gelen köylülerin olayı da ilginç. Kasabalılar pazar alanına altı baraka kuruyorlar, alan kalabalıklaşmaya başlayınca barakalar bir anda açılıyor ve oyuncak, gözlük, gömlek, perde vs. tezgâhları çıkıyor ortaya, bazıları seri üretimden çıkmış ürünler kapış kapış gidiyor. Köylüler oyuncaklarla, zamazingolarla dolu torbalarla dönüyorlar köylerine, çocuklar artık bu yeni oyuncaklarla oynayacaklar. Anlatının havası bunun olumlu bir sonuca yol açtığı yönünde, oysa başka bir okuma yapılabilir, köylüler fabrikasyon tüketime alıştırılıyor ve aslında ihtiyaç duymadıkları ürünlere ihtiyaç duymaya başlıyorlar. Medenileşmenin bedeli daha fazla gider ve daha az üretim. Kasabalılar önceden konuşup anlaştıkları rahipleri de ekiyorlar bir yerde, boş araziye kurulacak manastır yerine bir veya birden fazla fabrika kurmayı düşünüyorlar, zaten bir manastıra da ihtiyaç olmadığı söyleniyor. Bir süre sonra köylerden ara sıra inenler kasabayı tanıyamıyorlar, şehirleşme tam gaz sürüyor, “kötürüm kasaba” giderek genişliyor, fabrikaların etrafında mahalleler ortaya çıkıyor, kiliseye mahallelerin kadınlarından başka kimse gitmiyor. Bunların yanında insanlar akşam yemeklerini daha az yiyorlar ve daha az uyuyorlar. Şehir genişledikçe gelişiyor, medeniyet gümbür gümbür geliyor. “O artık toprağın üstünde hamur gibi yayılmış, tekdüze, sınırları belirsiz, renksiz ve biçimsiz bir yığın değil. Şimdi onun kendi kendine bir biçim veren değişen ve gerilen bir vücudu var. (…) Kasabanın ruhu anlaşmazlıklardan üzüntü duyuyor; eskiden vurdumduymazken şimdi kaygılı yaşamayı öğreniyor.” (s. 62) Bu kaygılı yaşam kasabanın kusursuz bir düzene can atmasından doğuyor, makineleşen insanlar şehre huzur getiriyor. Nahoş.
Bir kasabanın sanayi şehri haline gelmesiyle ilgili bir uzun öykü bu, unanimizme göre değişimler makul ama sömürü muhtemelen sistemleşiyor, canlılık emaresi bu tür bir yayılmaysa kalsın, şehir dirilmesin diyesi geliyor insanın. Aşırı yorumu bırakıyorum, okunmalı diyorum, iyi günler diliyorum.
Cevap yaz