Juan Rulfo – Bize Toprak Verdiler

Rulfo’nun öykülerinde doğa gecikmiş bir ölümdür, karakterler yolculuklarının varmaya çalıştıkları yerde değil, ölümde sonlanacağını bilirler. Kabullenmişlerdir, hiçliğin ortasında umuda dair tek bir şey yoktur. Kuş bile yok yahu, Allah’ın göğünde bir tane kuş yok öykülerde, çorak toprak var bir. “Tek bir ağaç gölgesine, tek bir bitkiye rastlamaksızın bunca yol yürüdükten sonra kulağımıza köpek sesleri geliyor.” (s. 13) Öykünün ilk cümlesi bu, köpek sesleri geliyor da ortada köy yok, duman var da dumanın çıktığı ateş yok, yine de insana dair bir şeylere rastladıkları için seviniyor yürüyenler. Anlatıcı gün ışıdığından beri yolda olduklarını söylüyor, saat öğleden sonra dört. Başlangıçta yirmi kişilerdi, kala kala dört beş kişi kaldılar. Konuşmuyorlar, anlatıcı bile anlatmak istemiyor, zorla öykü. “Burada insan konuştuğu zaman sözcükler sıcakla ısınıyor, dilin üzerinde kuruyor, sonra ağızda bir soluk olup kalıyor.” (s. 14) Yağmur bulutu var tepelerinde, iri bir damlasını düşürüp hızla uzaklaşıyor. Bir kez daha yürümeye başlıyor dört adam, bu döngü böyle gidiyor. O sonsuzluğu hissediyoruz da karakterlerin yürümekten usanmamaları etkileyici asıl, kendileri ne kadar yıldıklarını söylemedikleri sürece zamanın donukluğunu hissediyoruz. Atları olsa daha hızlı yol alabilirler, hayal kuran anlatıcı geriye dönüp baktığında geldikleri yolu, el koydukları atlarını ve silahlarını düşünüyor. Yola çıktıkları yerden köye kadarki bütün toprakların onlara ait olduğunu söylemişler, o çorak toprakla ne yapacaklarını söylememişler. Bir yudum su yok, ağaç yok, ot bile bitmemiş. İtiraz ettiklerinde hükümete karşı çıkmakla suçlanıyorlar, görevliler pek dinlemeden gözdağı verip gidiyorlar, yürüyüşün başı. Rulfo böyle geriye bakışları sıkıştırıveriyor araya, karakterlerin eylemlerini anlamlı hale getiriyor. Bunu bazen öykünün en sonunda, bazen ortalarında yapıyor, bazen de sondaki faciayı en başta vererek o sona nasıl ulaşıldığını gösteriyor, Márquez esinlenmiş olabilir bundan. İşte, on bir saat yürüdükten sonra köye varıyorlar nihayet, bir iki eski yapı da umut vermeyince aralarından biri daha ayrılıyor, kalanları köyün meydanına doğru yürürlerken bırakıyoruz. Rulfo kesitler üzerine kurmuş öykülerini, tamamlayıcı bir sonu olmayan öyküler var, olanlar da var, karışık. “Macario” başladığı gibi bitiyor mesela, lağım çukurunun başına oturmuş anlatıcının ödlübağa yediğini görüyoruz. Kurbağa buldu mu onu da yiyor ama asıl sevdiği hiç kimsenin yemediği ödlübağa. Felipa’nın eziyetine katlanıyor, analığının ne bulduysa kattığı yemek pek doyurucu değilse de yaşamalarını sağlıyor. Yoksullukla boğuşan insanlar, Felipa cennete gideceğine bel bağlamış, öte dünyada rahat edeceklerini düşünüp burada çile çekiyorlar. Macario’nun zihinsel engeli bir çocuğun gözünden görmemize yol açıyor hikâyeyi, düşünce derinliği olmadığı için akıp giden olayları görüyoruz. Gece vakti sokağa çıkmayı seviyor Macario, gündüz çıktığında analığı elini kolunu bağlıyor. Geceleri sokakta gördükleri zaman taşlıyorlar Macario’yu, taşlamasınlar diye olabildiğince evin içinde kalıyor, karafatmalarla boğuşuyor. Ağustos böceklerinin cırcırı Araf’ta acı çeken ruhların yakarışlarını duymalarını engelliyormuş, öyle diyor Felipa, bu yüzden o hayvancıkları öldürmek büyük günahmış. Gündelik yaşama dair kısa hikâyelerin arasına ailesinin inançlarını, bir arada kalma çabalarını sıkıştırıyor Macario, ödlübağa avını anlatarak başladığı gibi bitiriyor öyküyü. Zihinsel engelli olmak, üstelik açlıkla boğuşan insanların arasında.

“Bunca Yoksuluz Diye” başka bir facianın anlatı boyunca aktığı öykü. Hemen her paragrafta ırmağın bahsi geçer, birinde anlatıcının Jacinta teyzesinin demirhindi ağacını ırmağın sürüklediği söylenir, diğerinde anlatıcı ve kız kardeşi seli izlemeye giderler, önceki gün kız kardeş Tacha’ya hediye edilen inek ırmakla birlikte sürüklenip gider, fragmanlar paragraflar halinde verilir, selin götürdüğü yaşamlar sıralanır. Diğer kardeşler serseriliğe vurmuş, adam da vurmuş ve vurulmuştur, vurulmamışlarsa hapse düşmüşlerdir, babaları Tacha’nın da onlar gibi olmaması için elinden geleni yapsa da doğaya söz geçiremez. Rulfo bu çaresizliği has benzetmelerle bezer: “Tacha ağlıyor şimdi, ırmağın La Serpentina’yı öldürdüğünü biliyor çünkü. Yanıbaşımda, gülrengi giysileri içinde, ırmağa baka baka ineği için ağlıyor. Yüzünden kirli, küçük dereler boşanıyor; ırmak onun içinde sanki.” (s. 30) Anlatım tekniği değişir bazen, anlatıcı sayısı “Gün Ağarırken”de ikiye çıkar. Sisler içinde kırağıyla örtülü San Gabriel’in yakınlarında geçiyor olaylar, sis dalgalanarak damlarda beyaz yollar bırakıyor, bulutlara doğru süzülüyor, yaşanacakları örtmeye çalışıyor ama görüyoruz, Koca Esteban inekleri sağarken buzağıyı da içeri alıyor, annesiyle son kez zaman geçirecek hayvana acıyor. Ağa Don Justo uyuyor o sıra, en azından uyuduğunu düşünüyor Esteban, dört memeye birden saldıran buzağıyı tekme tokat döverken Justo’nun saldırısına uğruyor. Sonrasında olanları hatırlamıyor, Don Justo’nun o gün öldüğünü biliyor bir. Öldürmüş olsa neden hatırlamasın? Belirsizlikle biten bölümün ardından Justo Brambila’nınki başlıyor, hikâyenin başladığı zaman yeğenini yatağına götürmeye çalışıyor Justo, elinde olsa küçük kızla evlenecek ama rahip zinadır, aforozdur, arıza çıkarır diye gizli saklı yürütüyor işini. Sonra Esteban’ın hayvanı dövdüğünü duyuyor, öfkeyle atılıyor ve kalpten hık gidiyor da suç Esteban’a kalıyor tabii, asılmıştır muhtemelen. Hemen asıyorlar, diğer öykülerde de suçlular hemen asılıyor, hiç bekletilmiyorlar. Rulfo araya ayrıntıları dolduruyor yine, Justo’nun öldüğü gece yas tutulması için gereken ışıklar yakılmıyor çünkü ışıkların sahibi Justo. Mum yakıyorlar, o da büyük masraf ama ağa ölmüş, yakmalı. Toprağın ekonomisi ağalar, köleler ve yokluğu yaratmış, bu öyküde basit bir işçiyle ağa arasındaki kısacık çatışma düzenin nasıl işlediğini gösteriyor.

“Luvina” ilk öyküdeki mekana benzeyen bir yer midir, değilse de dağ olarak üzerine düşeni yapar ve insanın yaşama sevincini elinden alır. Bir diyaloğun ortasından öğreniriz bunları, iki kişi konuşmaktadır, biri tecrübelerini o civara yeni gelene, Luvina’nın yakınlarına yerleşmek üzere olana anlatmaktadır. Eşiyle arasının nasıl bozulduğunu, dağın eteklerinde yaşayan insanların insanlıktan nasıl insanlıktan çıktığına değinir, doğayı birazcık yaşanabilir hale getirmek için harekete geçmek isteyen adamı köylüler engeller, orada hiçbir şeyin değişmemesi gerektiğini söylerler. Gerçi çocuklar ve yaşlılar vardır köylerde, gençler hemen ayrılıp yaşanabilir bir yere giderler. Basık, bunaltıcı bir mekan kurar Rulfo, hapsolmuşluğu konuşan adamın çaresizliğiyle kurar. “‘İnsanların yüzleri donuk, gülümseyişleri anlamsızdır. Her baktığın yerde hüzün görürsün. Rüzgâr hüznü bir yerden alır, bir başka yere taşır, ama hiçbir zaman bütünüyle alıp götürmez. Hüzün Luvina’da doğmuştur sanır insan. Hep tepende, çevrende dolaşan, yüreğinin üzerinde ağırlığını duyduğun hüznün neredeyse tadına varır, kokusunu alırsın.’” (s. 62) Anadolu’yu anlatan yazarlarımızın metinlerini anmak istemiyordum ama bir paragrafa rastladım, aynını Mahmut Makal’ın veya Dursun Akçam’ın söylediğine adım gibi eminim: “Ancak oğullarından biri bir suç işlediği zaman hatırlanır Luvina’lılar. Beyefendilerin candarmaları köye baskın yapar, suçlu delikanlı yakalanır, öldürülür. Bunun dışında adı bile anılmaz Luvina’nın.” (s. 68)

“Onu Yalnız Bıraktıkları Gece”yle bitireyim, üç kişi gecenin bir körü yürüyorlar, arkadan gelen tüfekleri taşıyor ve yorgunluktan ölmek üzere. Diğerleri önden gidiyor, bizim bıdık uyuyakalıyor ve uyanır uyanmaz peşlerine düşüyor ama varış noktasında hareketlilik var, gizlenerek ilerleyip bakıyor ki peşlerinden gelenler iki amcasını asmışlar, kendisini arıyorlar. Genç adam geldiği gibi sessizce uzaklaşıyor, yoluna devam ediyor. Nereye gidecekse. Yine doğanın kıyıcılığına dair örnekler, benzetmeler, karakterlerin nasıl bir kapanla boğuştukları.

Rulfo’nun namı büyük, hak edilmiş bir büyüklük. Denk gelen okusun bu öyküleri.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!