José Mauro de Vasconcelos – Kardeşim Rüzgâr Kardeşim Deniz

Gemi ne zaman sallanmaya koyulsa direk küçük bir daire çizmeye başlıyor, sanki koca bir bilardo ıstakasıymış gibi çeşitli yönlere dağılmış yıldızları dürtmeye çalışıyordu. Chicao, arkadaşlarına hiç açmazdı bunu, ne dediğini anlamayacaklarından kuşkusu yoktu.” (s. 7) Öp de başına koy böyle karakteri, hayal gücünden salıncak resmen. Chicao’nun yaşamı küçük bir Brezilya turu attırıyor bize, Çingene babasının kıraç toprağın orta yerine bırakıp gitmesiyle birlikte Chicao ölüme hiç o kadar yaklaşmıyor ama etrafında müşfik insanlar var, merhamet, iyilik. Hiçbir şeyin ortasında bir şey olsun diye iyilik, iki damla suyun birini paylaşasıya. Ölmek üzere olan birine suyunun son damlalarını veren Chicao bir ara düşünüyor, kurtuluş umudu yoksa suyu niye feda etmeli? İnsan olduğunu hatırlamak yetiyor, su içmektense paylaşmak daha uzun süre dayanmasını sağlar belki, pişmanlık bir gölge olarak belirip kayboluyor hemen. Gerçi baştayız daha, gemideyiz, Chicao denizci arkadaşlarıyla sohbet ediyor. Kızılsaç var, Anton Kaptan, limana bir an önce yanaşmak istiyorlar ama gece vakti fırtına kopabilir, gemi sürüklenebilir, tehlikeli bölgedeler henüz. Finalde o tehlikeli bölgenin nelere yol açtığını hatırlayınca kaderine yeterince yüklendiğini düşüneceğiz adamımızın, kadere yüklenmeden de yoksulluktan kurtulmak ne mümkün. Kıyıya vardıkları zaman doğru barlara, çoluğu çocuğu eşi görmeden önce biraz muhabbet, içki, kadınlarla hoş zaman geçirmece. Acayip canlı sahneler, yüz küsur yıl önce balıkçıların hayatı. Yokluktan kırılan kentin hali de var, Ze Mauro’nun toplumcu damarı ilk romanına göre daha kuvvetli bunda. “İçme suyu, Barreira kıyısından teknelerle getiriliyor, halka, haklı haksız dağıtılıyordu. Yoksullar, ellerinde eski gaz bidonlarıyla sabırla sıralarını bekliyorlardı. Ama susuzluk, Macau’nun kente çökmüş tek belâsı değildi: öbür uçta da tuzlalar yer alıyordu, bembeyaz, korkunç, ölümcül tuzlalar. İnsanların sağlığını ve gözlerindeki ışığı söndüren tuzlalar. Katil tuzlalar. Sipsivri tuz tepeleriyle tanrıya kafa tutarcasına dimdik yükselen tuzla memeleri.” (s. 10) Metni Türkçeye çevirirken adını da şalala yapıvermiş Selimoğlu, aslında Barro Blanco. “Tuz memesi”, “tuzla”, uzak yakın her isim olurmuş aslında. Chicao dedim, mekânına gidip Sarı Fırtına’yla takılırken Joaninha gelip ensesine patlatıyor bir tane, sevgilisi gelmiş de barlarda sürtüyormuş, az bile yapmış. Kafa dağıttığını söylüyor adam, hemen yatağa düşüyorlar. Cristina teyze onlara bakıp mutlu oluyor, bir zamanlar o da çok güzelmiş ama, yaşlanınca işte, Joaninha mutluysa o da mutlu. Hikâyenin geçtiği coğrafyayı düşündüğümüzde henüz ilk bölümdeyiz, kentten çıkmıyoruz, sertão kaçkını Soia’nın sattığı şifalı zamazingonun peşinden koşanları görüp kadının söylediği şarkıyı dinleyeceğiz, otların adını söz olarak kattığı şarkı çölün kalp atışı. Güneşi Uyandıralım‘da gördüm ben ilk, Zezé oralardan gelen güçlü kuvvetli bir çocuğa ıslak havluyla vuruyordu da çocuk yılmadan, boğa gibi koşturuyordu veledin peşinden. Yakalandıkları zaman boynunu büküp şikayetçi olmayacağını söylüyordu, öyle de delikanlıydı. Korkuyordu belki, Zezé’yi ateşe atsa onun başına bir şey gelmeyeceğini, kendisinin şutlanacağını düşünmüş olabilir. Her neyse, kuzeyde öyle topraklar var ki yağmur yağmadı mı insan yaşayamaz orada ki yıllarca yağmadığı görülmüştür. Kafileler yollara dökülür, açlıktan bir deri bir kemik kalan insanlar yırtık pırtık kıyafetleriyle yürürlerken düşüp ölüverirler. Platonov’un insanları işte, tek fark bunların hiç olduklarının farkına varmamaları. Chicao’nun sertão dehşetinden zar zor kurtulduğunu da göreceğiz ama önce kahramanlıklarına biraz daha bakalım. Sarı Fırtına Margarida’nın yükselişi var arada, fahişe olarak çalışırken ele geçirdiği işletmesinden memnun, en iyi müşterileri denizciler. Chicao’yla arası iyi bir de, Joaninha bu yüzden basıyor şamarı. Fabiano’yu da katayım, adamımızın hasoluğu meydana çıksın. Gövde gösterisi aslında, bilek güreşinde o güne dek kimseye yenilmeye Fabiano bir süre önce Chicao’yu da hacamat etmiş, üstelik iki yana konmuş bıçaklardan birine geçirivermiş çocuğun elini. Erkek olunca tekrar gelmesini söylemesi son damla artık, Chicao gemilerde çalışırken hayvan gibi şiştiği için Fabiano’yu görür görmez horozlanıyor, karşıdaki de diklenince Gardırop Fuat gibi anayı laciverte boyamaktan bahsediyor bizimki, gerçekten de çat diye indiriyor herifi. Fabiano üzgün, yaşlandığı için maskara olacağını biliyor ama Chicao’nun öyle bir niyeti yok, salıyor adamı. Yirmili yaşlarının başındadır en fazla, sırtında kayış izleri, ayağında yol yol girintiler, kocaman. Chicao ne zorluklarla boğuşmuş, geçmişine dönüyoruz, anlatıcının başladığı yere kadar ilerliyoruz sonra. Bu güreşin ardından büyücü, falcı bir ihtiyar Chicao’ya adalardan uzak durmasını söylüyor, bu bilgi sonlara doğru kaderi belirleyecek.

Sertão insanı işte, terk edilmiş çocuğu gördükleri zaman hemen yanlarına alıyorlar, sığırlara bakıp getir götürü halletmesinden etkileniyorlar. Birkaç iş deniyor gerçi Chicao, hayallere öyle dalıyor ki çuvalladığı da oluyor, zaten gözünün şehirde, hatta denizde olduğu besbelli. Kuraklık henüz yok, mahsul sağlam, hayvanlar sağlıklı, kötü günler uzakta. Oranın insanı eğlenmeyi seviyor, elinde bir eğlence var zaten, Noel zamanı bir şenlik düzenliyorlar ki böyle bir şenlik, şenliğin böylesi güzel bir anlatımı olamaz. Ritüelistik, mistik, hani hasat tanrısı falan olsa tam tapınılası bir ortam, öküz danslarından temsillere, şarkılardan şiirlere her şey var, herkes ne yeteneği varsa ortaya dökmekte serbest. Rivaldo çıktı mı herkes geri duruyor ama, oraların en iyi dansçısı şöyle bir salındı mı üff! Chicao ölüme iyice yaklaşmışken Rivaldo’nun cesedini görünce yıkılıyor aylar sonra, o eğlencenin büyülü dansçısı ne halde, inanılmaz. Gitmemesini söylediler, er geç yağmur yağardı ama dayanamadı Chicao, kuraklığı bir işaret olarak görüp yollara döküldü. Bu bölüm de, aslında her bölüm öyle bir tekil atmosfer yaratıyor ki birbirine incecik iplerle bağlı anlatı parçaları yaşamın evrelerini bu kadar ayıramazdı bütünden, coşkuyla başlayan hikâye ölümlerden ölüm beğenmeye giderken kurtuluşun sevinci bu kadar duyurulamazdı başka türlü. Sertão bitti, Chicao kurtuldu, iyi yürekli insanlarca yönlendirilip tuzla işçilerine katılıyor bu kez. Cehennem. “İnsan pastırması” haline getiriyor canları o tuz, kör ediyor, zehirliyor, ayakları mahvediyor, taşıma işlemi sırasında omuzlarda ve sırtta derin yaralar açıyor. Kalp ferahlıyor ama, orada tanıştığı adamlardan biri en yakın tepeye çıkarıyor Chicao’yu, sıcak havayla tuzdaki kimyasalların bileşimi havaya ayna niteliği kazandırdığı için kent havada duruyormuş gibi görünüyor, bazen deniz de görünüyormuş, hayallerini dizginleyemeyen Chicao aynı meşrepten bir başka insanla karşılaşınca biraz daha zorluyor kendini çalışmaya. Bir yere kadar, denize duyduğu aşk dinmediğinden hop gemilere atlıyor, işini iyi yaptığına göre uzun yıllar boyunca açılabilir, fırtınalarda savrulabilir, karaya döndüğünde Joaninha’sını daha bir kıvançla sevebilir. Tanışmaları da rüya gibi bir hikâyedir, kalsın. Ufukta dalga kıyamının göründüğü zamana gelelim, sağlam para vardır kilolarca tuzu yerine ulaştıracaklar için, Chicao elini iyice rahatlatmak için adını tayfa listesine yazdırır. En az kendisi kadar deli arkadaşlarıyla birlikte açılacaktır üstelik, her şey yolundadır. Kehanet aklındadır, bir an olsun unutmaz ama kaderini kendisi çizer, yaşamına güvenmek diye bir şey varsa, eh, Chicao’dan daha fazla güveneni yoktur. Demir alırlar, yolculuk başta güzel giderken ortalık cehenneme döner. Bir an olsun yitirmez umudunu Chicao, arkadaşlarının cesetlerini gördüğünde bile kurtulacağına inanır. Yaşamına bel bağlamıştır, içindeki o yaban hayata. Hayallerine.

Müthiş başarılı bir roman ya, dört dörtlük.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!