“Ekmeği yiyeceksiniz, suyu içeceksiniz” sözü bir kralın oğluna yazdığı mektupta geçiyor, zamanında makaraya alındı çokça. Mantra gibi bir şeymiş bu aslında, ilahi bir esenliğin gelmesi için dilek. Hititlerin zamanında Anadolu kıtlık görmemiş hiç, bazı bölgelerde kolektif çiftçiliğin yapıldığını gösteren silolar bulunmuş olsa da genellikle ailelerin toprakla uğraşı geçinmeye yetiyormuş. Bereketli bir bölge Anadolu, beslenmenin kutsallaşması için toprağın verimliliğiyle bin tanrıya duyulan inancın birleşmesi yeterli olmuş. Tapınaklarda inanılan her tanrı için sunulan adaklara özellikle dikkat edilmiş, gereken ürün miktarı kil tabletlere yazılmış, eksik bir sunumun lanetlenmeye kadar varabileceğinden korkulurmuş. Gerçi İç Anadolu’nun üçte ikisi ormanla, verimli topraklarla kaplıymış o sıralar, pek bir sıkıntı yaşanmamıştır ama Mısır’la mücadeleden sonra belli ki bereketi kaçmış bölgenin, belki de tanrıların güçsüzleştiğini düşünüp adaklardan kırpmaya başlamışlardı, kim bilir? Kaynaklar pek az, Hitit tarihinin tam orta yerinde kocaman bir boşluk da var. Eski Ahit’te Hititlerin bahsi geçse de Suriye’nin kuzeyine inen Hitit topluluklarının anlatıldığı düşünülüyor, devletin değil. Herodot’un işaret ettiği kaya rölyefinin Mısırlılara değil, Hititlere ait olduğunun anlaşılması 2.000 yıl almış. Bunca karışıklık bir yana, komşu devletlerin arşivlerinden edinilen bilgiler Hitit kaynaklarıyla karşılaştırılarak tutarlı bir hikâye oluşturulmuş sayılır. Hititler kendi kaynaklarında “Hatti ülkesi”nden bahsediyorlar, gerçek anlamda bir halk tanımları yok, Hattuşaş’taki kralın tebaası olarak görüyorlar kendilerini. Köklü bir kültür oluşturmak için zamanları olmamış, dillerinin yapısı, inançları eklektik. Mitolojilerinde suya bırakılan bebek izleği, Yunan mitolojisi tanrılarının prototipleri var, ayrıca güneyden ödünç alınan İştar’a rastlıyoruz, Hititler doğudan batıya köprü vazifesi görmüş sanki.
Buluntuların ortaya çıkarılmasında Fransızlarla Almanların çekiştiğini, 1880’li yıllardan itibaren yoğunlaşan çalışmaların dönemin siyasi ortamından etkilenerek daha çok Almanlar tarafından sürdürüldüğünü görüyoruz. Yazılıkaya’daki Hitit rölyeflerinin kalıpları Berlin’e gönderildikten sonra arkeologlar ve filologlar kalıntıların dilini çözmeye çalışıyorlar, bu sırada İngilizlerin kazı izinleri de iptal edilince iş Almanlara kalıyor iyice. Hugo Winckler öne çıkıyor bu dönem, 1906’da başlayan ilk kazılarda Arzava kalıntılarını ararken binlerce kil tablet buluyor, tabletlerden birinde Mısır dilinde yazılmış çok eski bir metin yer alıyor. II. Ramses’le Hitit kralı Hattili III. Hattuşili arasında yapılmış olan barış sözleşmesi, Kuzey Suriye’de aranan Hitit ülkesinin aslında çok daha kuzeyde olduğunun anlaşılmasını sağlıyor, bilim dünyası için heyecan verici bir gelişme. Arzava ülkesi ve Hititler komşu, aynı tabletlerde muhtemelen iki devlet arasındaki yazışmalar da bulunmuştur. Kil tabletlerin bulunmasının ardından kazılar sürdürülüyor, savaşlarla kesilmediği dönemlerde bu çalışmalar birçok yapıyı ve yeni tabletleri ortaya çıkarıyor, Asur dilinde yazılmış metinler sayesinde Hitit ülkesinin baş şehrinin adının Hattuşaş olduğu anlaşılıyor. Zamanında oldukça gelişkin bir şehir, kalıntılar en iyi zamanların zenginliğine dair izler taşıyor ki 5.000’den fazla kil tabletin bulunduğu kütüphane bu zenginliklerden biri.
Küçük Asya’da konuşulan dillerle ilgili 19. yüzyıl boyunca klasik filologlar ve Hint-Avrupa dil uzmanları arasında tartışmalar dönmüş, o zamanlar eldeki malzeme oldukça sınırlı olduğu için spekülatif yorumların yol açtığı varsayımlar üzerine fikir yürütülmüş. Bedřich Hrozný, Hitit kalıntılarındaki dili çözme başarısını gösterdikten sonra tarih biraz daha aydınlanıyor, özellikle Hititçe metinlerde Homeros öncesi Yunanlılardan bahsedilen bölümlerin var olduğunu iddia eden E. O. Forrer sert polemiklere girerek iddiasını savunmuş, 1980’lere kadar destek görmemesine rağmen görüşlerindeki haklılık anlaşılmış. Dor istilasının öncesi anlatılmış olmalı, belki doğrudan Akalar ele alınmıştır. Hititçe, Hint-Avrupa dil ailesine mensup bir dil, sözcüklerinin diğer Hint-Avrupa dillerindeki sözcüklerle benzerlikleri malum. Eski Hititçeyi konuşanlar o topraklara MÖ 3.000 civarında gelmişler, ardından Luvicenin doğmasını sağlamışlar ve krallık dağıldıktan sonra çeşitli devletlerin egemenlikleri altında kültürlerini unutmuşlar, bir kısmı göçmüş, Hititçe ölü dil haline gelmiş. Dinsel metinler, şenlik ritüelleri dışında geriye pek bir şey bırakmamışlar, Gılgamış Destanı gibi klasik metinleri çevirmişlerse de gerisini getirecek zamanları olmamış. Linear A ve Linear B gibi çözülmemiş veya yeni çözülmüş dillerle kendi dilleri arasındaki benzerlikler ortaya çıkarılamamış henüz, çalışmalar sürüyormuş. Dil çalışmaları Hitit tarihini bir ölçüde biçimliyor, bunun yanında asıl önemli kaynaklar sanat eserleri ve gündelik eşyalar gibi görünüyor. Aryan kültürünün izlerini Mitanni ve Hitit uygarlıklarında görebiliyoruz, bunun yanında seramikler de özellikle Erken Hitit dönemine dair önemli bilgiler veriyor.
Hititlerin batısında Arzava yer alıyor, Ege kıyıları boyunca yayılmış bir uygarlık. Pek savaşmıyorlar, anlaşmalar yoluyla kurdukları mutualist ilişki batıdan gelmesi muhtemel bir tehlikeyi engellemiş oluyor. Güneyden ve doğudan gelen tehlike çok daha büyük, özellikle Hurriler ve Babilliler o bölgede çok güçlü. Hitit kralı I. Murşili devletin en güçlü olduğu zamanlardan birinde sefere çıkarak Babil dönemine son veriyor, elde ettiği ganimetler hayal gücünün ötesinde. Marduk’un meşhur heykelini de alıp geri dönüyor ve döner dönmez öldürülüyor, böylece taht kavgalarının yaşandığı bir dönem başlıyor. Bir Babil prensesinin çıkardığı sıkıntılardan bahsediyor Klinger, hanedanlar arasındaki bağların güçlenmesi için kralların kızlarının ve oğullarının evlendirilmesi geleneği Hititler için olumsuz durumlara yol açıyor. Kadınlar krallıkta güçlü, kralın yokluğunda kararları kraliçe alıyor, bunda anayerli ya da anaerkil geleneğin payı var. Anayerlilikle ilgili çok ilginç bir hikâye var, Klinger’a göre Antik Yakındoğu tarihinin en tuhaf olaylarından biri. Mısır’da bir firavun ölüyor, IV. Amenophis ya da halefi Tutankhamun. Firavunun dul eşi -Hitit kaynaklarında “Mısır kraliçesi” olarak geçiyor- Hitit kralına bir mektup yazarak kendi tebaasından biriyle evlenemeyeceğini, bunu zaten istemediğini, oğullarından birini göndermesini istiyor, böylece oğul hem kadının eşi hem de Mısır kralı olacak. Kral Şuppiluliuma ve danışmanları şaşkına dönüyorlar ve kuşkulanıyorlar. Hemen bir ulak yollanıyor, bu sırada Karkamış kuşatması güçlendiriliyor, kale alınıyor, böylece Toroslar ve Fırat arasındaki bölge Hititlerin topraklarına katılıyor. Anlaşıldığı kadarıyla altı aydan fazla bir süre sonra dönen ulak, Hitit arşivlerinde bulunan bir mektup getiriyor. Kraliçe ricasını yinelemiş, eş istiyor. Şuppiluliuma oğlu Zannanza’yı gönderiyor ama geçen sürede Mısır’da dengeler değişmiş, Hititlerin yönetimini istemeyenler kraliçeyi bertaraf etmişler. Zannanza’yı da yolda yakalayıp öldürüyorlar üstelik, Şuppiluliuma çok sinirleniyor ve Mısır yönetimindeki Suriye’ye sefer düzenliyor ama zararına oluyor bu, Mısırlı esirler Hatti’ye gönderildiklerinde taşıdıkları salgın hastalığı yayıyorlar, böylece Hititler yıllar sürecek ağır bir hastalığın pençesinde kıvranıyorlar. İlginç.
Hitit kültürü tanrıların işlerinden, güçlerinden ibaret. Hava ve Güneş tanrılarının el verdiği kral başta olduğu sürece yıllık kurban törenlerinin düzenli bir şekilde yapılmasından sorumlu, bu törenlere katılmak zorunda üstelik, ilahi bir varlık olarak halkının önüne çıkmalı. Öldüğü zaman, “O tanrı oldu” deniyor örneğin, hayattayken tapınılmıyor ama yüceliği herkes tarafından kabul görüyor. Ülkenin sınırları genişledikçe kralın dinsel görevleri artıyor, hemen her şehirdeki kutlamalara katılmak zorunda kalıyor. Festivaller bölgesel hale getirilip sefer öncesine tarihlendiği zaman problem büyük ölçüde çözülüyor, belki de sefere çıkıldığında her şehirde birer gün duruluyordur.
Kuzeydeki düşmanların saldırıları bitmek bilmese de bir noktaya kadar varlığını korumuş Hitit ülkesi, hatta yerleşimleri defalarca lanetlenmiş, yayılmamaları için. Çorum lanetli yani ama lanetin tuttuğunu pek söyleyemeyiz. Biraz tuttuğunu söyleyebiliriz belki, zira Çorum. Neyse, bu topraklardan geçmişler, yaklaşık 3.000 yıl önce ortadan kalkmışlar ama izleri duruyor, dilleri öğretiliyor, üstelik alfabelerindeki bazı harflerin telaffuzu bilinmese de. Ben merakımı dindirdim biraz, dileyen okusun.
Cevap yaz