Danimarka elleri kontluklardan ibarettir, soylular huylarına gidecek kralı seçip işlerine güçlerine, köylüleri sömürmeye bakarlar. II. Christian başa gelmek için tavizin ucunu kaçırınca sonradan reform üzerine reform yapar, soylulara çökemeyeceğine göre hemen köylülere çöker, vergileri fezaya çıkarır. Köylü isyanları başlamadan önce İsveç’in soylularını katleder, İskandinav birliğini korumak için oluk oluk kan döker. Başını belaya soktuğunu fark etmez, halkı galeyana getirmek için elinden geleni yapar adeta, anlaşıldığı kadarıyla kraliyetin gücüne aşırı güvenen, saftirikten hallice bir adamdır. Mikkel’in saunada gördüğü: göğsü o kadar geniştir ki kızıl ormanlarla kaplı olduğunu düşünür insan, asla yıkılmayacak ağaçlar, tabii diplomasiden çakmayınca yıkılmamasının imkanı yoktur. Nitekim isyanlar çıkar, kral gemisine atlar, taraftarlarının bulunduğu kıyıya gider. Geri gelir. Gider. Yine gelir. Gider? Döner. Nedir, ilginç bir şekilde Jensen’in ortaya çıkardığı üzere -metni yazmadan önce tarihçilerle konuşmuş, eski metinleri incelemiştir, belki metinlerden elde ettiği bilgiyle- kralın on küsur kez gidip geldiği kesindir, yaşamının ve krallığın geleceği için karar üzerine karar değiştirir. Çevirmen Nur Beier o süreçte kralın düşüncelerini aktaran Jensen’in Korku ve Titreme’den büyük ölçüde esinlendiğini söyler dipnotunda, kıyaslayınca benzerlikler bariz. Gerçekten de kaygının kaynağını açığa çıkarma ve korkunun kaynaktan uzaklaştırma aşamaları kralın kıyılara her varışında düşüncelerini değiştirmesine yol açar, adeta uygulamalı bir felsefe dersi, iyi. Çabalasa da yıktığını bir daha inşa edemeyecektir II. Christian, şans eseri yıllar önce tanıştığı Mikkel’le bu kez hapiste karşılaşır, son günlerini has adamıyla geçirerek hayata veda eder. Düşüşü böyle, tahta çıkışını görebileceğimiz kadar geriye gitmeden, Mikkel’in serüveniyle kralınkinin birleştiği noktanın az gerisinden başlıyoruz, araya Axel giriyor, bir iki karakter daha, takım tamam. Ne karakterlerin bütün yaşamları ne de kralın hükümranlığı, kesişen zamanlardan kesitler diyebiliriz bu roman için. Jensen uzunca bir hazırlık sürecinden sonra yazdığı metninde Danimarka Krallığı’nın dağılıp diğer ülkeleri doğurmasına odaklandığı gibi dönemin toplumsal dinamiklerine de eğiliyor, bireyin kaotik ortamlarda pörtleyen vahşi yaşama arzusuyla coşkun bir ırmak gibi akıp giden hayatının kelebek ürkekliğini de başarıyla yansıtıyor, doğayı böylesi kanlı canlı pek az görmüşüzdür, idam edilen insanların kesin kafalarından kan fışkırmasını da böylesi pek az görmüşüzdür, yani öyle bir canlılık var ki bu romanda, müthiş. Jensen geçtiğimiz yüzyılın başında kaleme almış metni, tarihin Doppler etkisini düşünürsek 1500’lere daha yakın bir zaman, hızla değişen dünyanın izleri henüz sinmeye başlamamış bu kurmacaya, gündelik yaşamın osu busu muhafaza edilmiş, kahramanlıklardan kalleşliklere her şey apaçık. Ağırlıklı olarak kırsalın tasvirleriyle uğraşmış Jensen, kentlerin mimarisinden ziyade köyün, ormanın, yabanın yayıldığı uzamı ön plana almış, insanın bu uzamdaki devinimini de tabii. Şöyle bir bölüm var, muazzam: “Kese şimdi hayvanın deşik karnına burnunu sokmuş, harıl harıl uğraşıyordu, iki kolu birden dirseklerine kadar içeri gömülüydü. Hayatından memnundu, bundan daha mükemmel bir kesim yapılamazdı; kanlı canlı ve ateşli bir hayvan olduğu anlaşılıyordu. Karnının içi hâlâ canlıymış gibi sıcaktı, insanın neredeyse kolları kavruluyordu.” (s. 189) Axel şahit oluyor bunlara, kentte evlendiği Sigrid’i öylece bırakıp eski sevgilisiyle görüşmek üzere yola düştüğü zaman denk geldiği kır evinin sakinleri Kese ve Magdalene’yle birlikte civardaki tek atı kesip yemek zorunda kalıyorlar, şahane manzaralar. “Haşlanmış ve kızarmış etin mis gibi kokusuna sanki daha yeni deştikleri o leş gibi kokan cesetin ve bağırsakların henüz çalışırkenki halinin tadı da sinmişti. Bütün ev buram buram çiğ et kokuyordu. Pis koku alçak kapının kenarlarından dışarı sızıyor ve damın üzerinde kıvrıla kıvrıla yükseliyordu. Saçağın, kapının üzerine rastlayan kısmındaki karlar önce eriyor, sonra kan pıhtısı rengi buz salkımları şeklinde tekrar donuyordu.” (s. 190) Bu yalınlık Mikkel dövüşürken kırdığı kemiklerin anlatımında, Stokholm’un meydanında boynu vurulanların yere düşmelerinin ağır çekiminde de var, metnin tamamına sindiği söylenebilir, anlatım biçimini değil de dönem ruhunu yansıtmayı daha bir önemsemiştir Jensen.
Dünya küçük, hele kraliyetin etrafında epey küçük, karakterlerin gençlikten yaşlılığa sürekli karşılaşmalarına şaşmamalı. Üniversiteye giden Mikkel’in okuldan sıkılıp hanlarda takılması kaderini çizmesine yol açar, memleketi Jylland’da çocukken uzaktan izlediği Otte Iversen’e denk gelince derebeyinin oğluna duyduğu öfke içten içe canlanır. Birbirlerini tartarlar önce, Otte’nin kibarlığı Mikkel’in öfkesini bastırsa da Susanna’nın başına gelenler ömür boyu sürecek kini doğurur, bu kibar hayta birlikte olduğu kadını ortada bırakarak “fahişe” olarak damgalanmasına yol açmış, pek hoşlandığı kadının cezalandırıldığını gören Mikkel elini kana bulamaya hazır hale gelmiştir. Yahudilere reva görülenlerden payını alır Susanna, boynuna bağlanan ağır taşla yorgunluktan baygınlık geçirene dek yürütülür ve nihayetinde Kopenhag’dan atılır, babası Mendel Speyer kızını bir an olsun yalnız bırakmaz, böylece döngülerin ilki ortaya çıkar: Susanna ve babasıyla Mikkel’in hikâyeleri sarmaşık gibi uzanacaktır zamanın içinde. Sırf bunlar da değil, Prens Christian’ı da hanlardan birinde görmüştür Mikkel, aslında kimi gördüyse ileride yollarının kesişeceğini söyleyebiliriz. Otte’yi memlekette bekleyen Ane Mette’ye Mikkel de tutulmuştur, beraber içtikleri bir gün kadının köyde Otte’yi beklediğini öğrenir, şahit olduğu faciadan sonra köyüne dönüp Ane Mette’ye tecavüz eder. Adalet anlayışı kısasa kısas, o dönemde mekanizma böyle işliyor. Kilit olaylara odaklanıp olaylar arasında ne olduğunu kısa bilgilerle öğreniyoruz, yıllar geçiyor, Mikkel önce önemli bir psikoposun haberciliğini yapmaya başlıyor, sonra kralın çevresine kabul ediliyor, tabii bütün katliamları gözlemleyebileceği konuma ulaşınca Danimarka tarihini bir savaşçının bakış açısıyla aktarıyor. Doğrudan kendisi aktarmıyor gerçi, serbest dolaylı anlatıcı karakterden pek uzaklaşmadan çiziyor dönemin devasa resmini.
Mikkel’in Alex’le serüveni en uzunu, Otte köylü isyanı sırasında babasıyla beraber ipe çekildikten çok sonra da Alex’i görmeye devam ediyoruz. Hoş bir tıkıştırma: Jensen katı gerçekçiliğin dışına çıkarak İskandinav mitolojisinin mümtaz mahluklarını da koşturur ortalıkta, hatta daha da ileri giderek karakterleri belirgin çizgilerinden çıkarıp öte âlemin görünürlüğünü artırır. İşte, Mikkel yıllar sonra karşılaştığı Alex’le at sürerken kılıcını ansızın çeker, saldırır, Alex’i hacamat eder. Dizinden sakatlanan Alex yavaş yavaş ölüme doğru yürür, canını verip gömüldükten sonra bir gece mezarından çıkar ve kefeniyle dolanır ortalıkta. Geride kendisini bekleyen en az üç kadın bırakmıştır, en sevdiğinin evine gidip kapıyı çalar, sabah olmadan önce son kez konuşurlar, sonra mezarına dönüp ebedi horuldamalara gark olur. Ortada üç bacaklı atlar, karanlık figürler dolaşır karakterlere göre, Danimarka kırsalı öyle de fantastik bir yerdir, Jensen bu tarihî romana maharetle yedirir perileri de tanrılara doğrudan yer vermez, sadece gölgeleri vardır onların.
Mikkel gibi pek çok karakter yapabildikleri için yaparlar çoğu şeyi, güce sahip olan kendi kurallarını uygular, bir kılıcın ucunda kralın kanunlarından daha çok kanun vardır sanki. Otoritesini yitiren kralın ardından savaşlar sürmektedir sonuçta, adaleti tahsis edecek kurumlar kesilen kafalarla ilgilenmektedir o sıra, dolayısıyla Jensen karmaşanın tam ortasını resmeder. Tahtından indirilen, tekrar muktedir olmak isteyen kralın da, kendi suçlarını bir nevi adil eylem olarak gören Mikkel’in de aynı mahzene atılıp cezalandırılmalarının ardından ilkinin öldürülmesi, ikincisinin bir süre sonra serbest bırakılması o dönemin sınıfsal farklılığını da gösterir, sonuçta köylü köyüne dönüp kolektif mücadeleye katılmazsa öldürülecektir ancak.
Dedalus’un bir dönem bastığı tüm metinler gibi iyi bir metin.
Cevap yaz