Filmi izleyip de geldim, sonra The Pianist‘in kardeşini de buldum ama İngilizce altyazılısı yoktu, şöyle bir izledim, Władysław Szpilman’ın anılarından direniş filmi. Alman subaylardan biri yine piyano çalıyor, sonra piyanonun aşırıldığı ev havaya uçuruluyor, dram. Piyanoyu çıkarıyorlar evi havaya uçurmadan önce, kapının önünde çalıyor subay. The Pianist‘teki subayın çaldığını çalıyor, üşendim şimdi adını yazmaya, bina havaya uçarken çalmıyor çünkü çalsa binayla birlikte havaya uçar. Yani bu metni Ülkü Tamer çevirmiş işte, film çıktıktan yirmi yıl sonra falan basmışlar, ses getirmemiş sanıyorum. Film seviliyor çünkü Wajda iyi yönetmen. Metinde yer alıp filmde yer almayan milyon detay var, mesela gençler silah almak için para topluyorlar metinde, liderleri bütün parasını vermeyen arkadaşını çekip vuruyor, sonra vurduğu arkadaşının ailesine yalan söylüyor ama diğer arkadaşlarının vicdanından kurtulamıyor. Jay Winter’ın Savaşı Hatırlamak nam metninde aile tarihinin ülke tarihine dank diye eşlendiğinden bahsediliyor uzun uzun, savaş zamanlarının travmalarını atlatabilmek için ulusla birlikte yaraları sarmaya başlayan ailenin işlevi bu metinde Kossecki familyası üzerinden gösterilse de film ziplenmiş, sadece ziyafet ve suikast odağında ilerliyor. Filmdeki Andrzej, esas oğlan Maciek’le birlikte Komünist Parti’nin genel sekreterine suikast düzenleyip yanlışlıkla komünist işçileri öldüren kişi aslında ailenin büyük oğlu. Örgüte silah sağlamak için annesinin parasını yürüten, arkadaşının öldürülmesine ses çıkarmayan küçük oğul Alek ve kendini tam anlamıyla yoktan var etmiş, tırnaklarıyla kazıya kazıya yargıç olmuş baba Antony filmde yok. Sadece metni temel alayım bundan sonra, Antony savaş sırasında büyük oğlunu Viyana’ya götürdükten sonra tutuklanıp esir kampına atılıyor, bir noktada “kırılıyor” ve Almanların maşası olarak vatandaşlarının aleyhine çalışmaya başlıyor, aynı kampta rehin tutulan önemli bir komünistin takma isim mevzusunu çözmesiyle birlikte Antony için tehlike çanları çalsa da ailesine kavuşmak daha önemli, odasından çıkmayarak önlem alıyor aklınca. Denk geldiği eski arkadaşlarından biriyle tartışması savaş suçları konusunda anlatının iki damarından biri, insan hayatta kalmak için düşmanın tarafına geçip kimseyi öldürmeden, yaralamadan takılırsa da vatan haini ilan edilmeli mi, cezalandırılmalı mı? Ziyafet sırasında yine ortaya çıkıyor bu sorular, ortamda istenmeyen sarhoş gazeteci kendisini yaka paça atmaya çalışan adamın Naziler için çalıştığını haykırınca adam panikliyor, gazetecinin de suçlu olduğunu haykırıyor. Kimse masum değil, işgal altındayken herkes suça bulaşmıştı ama Ruslar geldiğine göre bembeyaz bir sayfa açılabilir, yeni gücün etrafında toplananlar eski düşmanlıkları unutup tıksırana kadar yiyebilirler, uçlara varmayanlar için kurtuluş Ruslarda. Oportünist tayfa ekmeğine bakarken yeraltında bambaşka işler dönüyor, Maciek aldığı emirler doğrultusunda genel sekretere ikinci suikastı düzenlemek amacıyla hazırlık yapıyor, kaçışını ayarlıyor, Krystyna’yla karşılaşana kadar her şey yolunda gidecek. Şimdi, kafam basmadığı için kodları çözemedim muhtemelen, Maciek’in üyesi olduğu örgütün faşist ideolojiye bağlı olduğundan bahsediliyor ama adamların derdinin özgür, demokratik bir ülke kurmaktan başka bir şey olduğuna dair ne gibi emareler var, anlamadım. Faşizm övülmüyor, Nazilere zerre sempati yok zaten, örgütün has adamı albayın söyledikleri: “‘Biz savaşta yalnız Almanya’nın değil, Rusya’nın da yenileceğini sanıyorduk. Öyle olmadı. Günümüzde Polonyalılar ikiye ayrılmış durumda: Polonya’nın özgürlüğüne ihanet edenler, etmeyenler. İhanet edenler Rusya’ya teslim olmak istiyorlar; biz ise bunu istemiyoruz. Komünizm istiyorlar; biz ise istemiyoruz. Onlar bizi yok etmek istiyorlar; biz de onları yok etmek istiyoruz. Aramızda bir savaş var…’” (s. 63) 1941’de yeraltı teşkilatında çalışmaya başlayan Andrzej o zamanlar Kremlin’den emir alan kör ajanların yönettiği bir Polonya’yı düşünmüyordu çünkü karşısında Almanlar vardı, mücadele onlara karşı yürütülüyordu, 1945’teyse taraf seçmeye hiç niyetleri yok çünkü Polonya’nın bağımsızlığını istiyorlar, bu. Radyodan, hoparlörlerden Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olduğu duyuruluyor, o sırada Komünist Parti’nin ileri gelenleriyle Sovyet subayları yiyip içerek kutluyorlar yeni rejimi, bizimkiler de sekreter öldürüp direnişi sürdürecekler. Bir filmden, bir de metinden iki sahne var, durumu özetliyor: partinin sonuna doğru kodamanlardan biri orkestradan son bir şarkı istiyor, inanılmaz derecede savsaklayarak çalıyor orkestra -muhtemelen o parçanın da sembolize ettiği bir şey vardır- ve bürokratlar düşe yıkıla dans ediyorlar. Maciek’in geride bıraktığı Krystyna yaşlı gözlerle dansa itekleniyor. Kırık kalp, kırık memleket. Diğer sahnede partinin başındayız, sahneye çıkan solist hemen Polonyalı gençlerin kanlarıyla sulanmış tepelerden bahseden bir şarkıyı söylemeye başlıyor ve bütün salonu hipnotize ediyor adeta, orada bulunanlar kısa süre öncesine kadar katlandıkları cehennemi hatırlayarak kolektif bilinci uyandırıyorlar. Filmde hipnoz durumuna yer verilmemiş, Andrzej’le Maciek’in savaş sırasında kaybettikleri arkadaşlarını andıkları bölüm konmuş onun yerine, yani toplumun bölünmüşlüğü, ideolojilerin tokuşmuşluğu öne çıkarılmış. Polonya’nın o dönemine biraz daha hakim olsaydım göndermeleri, detayları süper anlardım bence, böyle biraz kaçtı. Krystyna’yla Maciek’in bir araya gelememelerinin nedenini anlamak için malumat gerekmiyor, Maciek davasına sahip çıktığı için Krystna’yı geride bırakıyor sadece. Gerçi filmle metin yine ayrılıyor burada ama önce Krystyna’dan bahsetmeli, hikâyenin ortasına havadan düşen ay parçasından. Ziyafetin verileceği mekanın barında çalışıyor Krystyna, aşktan uzak durmaya ve sessiz sakin yaşamaya meyilli, kaskatı gerçekçi. Ailesi öldürülmüş, işinden başka uğraşı yok, olsun da istemiyor, bu yüzden Maciek’in ilk ataklarını sertçe savuşturuyor ama adam aşırı sevimli, filmde yakışıklı, bir süre sonra Maciek’e karşı koyamıyor Krystyna ve birlikte oluyorlar. Maciek planını anlatmıyor, sadece kısa süre sonra arazi olacağını söylüyor ve kadından kendisiyle birlikte trene binmesini istiyor. Krystyna kabul ediyor, muhtemelen tren istasyonunda beklediği sırada Maciek hayatının hatasını yapıyor, istasyona giderken rastladığı Sovyet askerlerinden işkillenip koşmaya başlıyor. Filmde biraz daha farklı, Maciek yine işini yapıyor ama Krystyna’yla vedalaşıyor, bir daha görmeyecekler birbirlerini. Metne göre daha makul bir bağlama çekilmiş finale, Maciek yine koşuyor ama sadece korktuğu için değil bu kez, can sıkıcı sarhoşlardan biri kovaladığı için. Aşk planları değiştirmiyor ama murada ermeyi mümkün hale getiriyor, tabii kafa bıraktığı ölçüde.
Diyaloglara sıkışmış bir iki mevzuyla bitireyim, düşünsel yoğunluğu sağlayan bölümlerden birinde sekretere çıkışan karakter Polonyalıların ne istediğini bilmemekle suçluyor adamı, işçilerle köylülere kötü davranan insanların kuracağı rejimi kimsenin istemediğini söylüyor. Sekretere göre çürük elmalar ayıklanır elbet, eski bir sosyalistin düşman ağzıyla konuşması hoş değil. Sovyetler Birliği’yle Çarlık Rusya’sı arasında hiç mi fark yok, eski sosyalistin cevabı: “‘Düzenleri değişik bir kere. Fark olmaz olur mu, tabii var. Ama ikisi de emperyalist, ikisi de saldırgan. Hayır! Biliyorum ne diyeceğini, ama Doğu Doğu’dur. Değişmez. Zaten göreceksin ya, birkaç yıl içinde Polonya’dan eser kalmayacak. Ülkemiz de, kültürümüz de silinip gidecek…’” (s. 190) Milliyetçi derdim bu gruba, faşizmle teması buradan görülüyor herhalde. Güdümü baştan reddediyor Maciek gibiler, ulusu savunmak gerektiğini söylüyorlar. Savaşın bittiğine sevinemeyecek kadar hissizleşmiş insanların arasında bir avuç idealist. Maciek hiç beklemediği bir anda âşık olarak -beklenen anda âşık olmak diye bir şey var bence, ayrı konu- sekreteri öldürmeyi sorgulamaya başlıyor, bu da başka bir mevzu.
Aşırı hızlı bir anlatım, karakterler fırtına gibi geçip gidiyorlar ama okunması gereken bir metin.
Cevap yaz