Behçet Çelik’in şu yazısında Şalamov’un Babel’den etkilendiğini görüyoruz. Gerçi Şalamov çuvaldızı pek sevdiği yazara batırmadan edemiyor ama mühim değil bu, tasvirler önemli. Babel’in dünyası savaş alanının vahşiliği içinde çiçekleri açtırır, kuşları uçturur. Uçurur. “Hatırlıyorum: Bembeyaz duvarların arasında bir örümcek ağının durgunluğunca asılıydı o yaz sabahının sessizliği. İçinde sayısız parlak toz taneciklerinin uçuştuğu bir ışık sütunu resmin tam merkezinin üzerine düşmüştü. Hücresinin mavi derinliklerinden çıkan, zayıf, uzun boylu John düpedüz, üstüme üstüme geliyordu. Kara bir cüppe, zayıflıktan iğrenç bir hale gelmiş bu teskin edilmez, huzursuz vücudun üzerinden şahane bir şekilde sarkıyordu.” (s. 20) İlk iki cümle fırtına habercisi değildir, anlatıcının gördüğü manzaranın pastoralliğinden merkeptir. Son iki cümle nedir, ani bir geçiştir, Babel mekânı kurduktan sonra karaktere hızla göz kırpar, savaş yüzünden çelik gibi sertleşmiş insanların anlaşmazlıklarını, düş kırıklıklarını, umutlarını aynı sertlikle yığar. Aralara yine tasvirler, sonra yine çatışmalar, en sonda da sert bir sonla öykü biter, anlatımın uyumsuzluğu tam da duyarlı, incelikli bir anlatıcının savaşın kalınlığıyla edindiği ruh halini yansıtır, silahlı çatışmalar bile bu üslupla hikâyenin nesine, olağanlığına kavuşur, her şey olup bitmişse ve anlatıcı da her şeye şahit olmuşsa geçmişin anlatısı bir ölçüde çizgisel, belki alışıldık, sakin bir şekilde dile gelir. Tansiyonu keskin geçişlerle ayarlar Babel, Kızıl Ordu’yla Polonya’da savaştığı yıllardan çekip çıkardığı hikâyelerinde anlatımın örüntüsü belirgindir, anlatım sürprizlere kapalıdır, tabii öyle hikâyelerle karşılaşırız ki olağanüstülük bu belli, birkaç öyküden sonra belki yavan gelebilecek biçimi bile aşar, etkileyici finaller insanın yanında suratından vurulan arkadaşından daha önemli bir şeyi, hikâyenin kendisini tam olarak gösterir. Tam olaraklık anlatıcının bıraktığı boşlukları tamamlar, kısacık öyküler yaşananların evvelini pek göstermediğinden yorumlarla doldurulabilirse de sonlar kesindir, öyküyü bir başka öyküye bağlayacak şekilde yarı yarıya doldurur boşlukları. Pek çok karaktere pek çok öyküde rastlarız, hatta en sonda yer alan öykülerden bazıları Babel’in 1924’te yayımlanan Odessa Öyküleri‘nin bazılarını özetler, hikâyelerin sonralarına değinir, Şalamov’un eleştirdiği “kabadayı güzellemeleri”nin devamını getirir. Babel şahit olduğu, duyduğu olayları kurgular, öyküleri bundan ibarettir. Bundan ibaret olması iyidir, kendisinden daha neyin beklendiği bilinmemektedir ama eleştirilecek bir durum da yoktur sanıyorum, Babel yaşamının üzerinde yükseliyor, anlatılarını dehşetin orta yerinden söküp çıkarıyor, takıp kuruyor, yazıp duruyor. “Polonya’ya Giriş”e bakalım, ilk öykü. Novograd-Volynsk o sabah alınmış, birlikler Varşova’ya uzanan yola yayılmışlar, çevredeki kırlar, tarlalar çiçek çiçek, öğle meltemi sararan çavdarlarla oynaşıyor. Atlı askerler bir dereyi geçmeye çalışırlarken içlerinden biri suya düşüyor, Tanrı’nın anasına küfredip yoluna devam ediyor. Anlatıcının bulunduğu birlik gece geç vakit varıyor Novograd’a, iki Yahudicik anlatıcının konaklayacağı evde yaşıyorlar, bir üçüncüsü kenarda uyumuş. Ortalık pislikten geçilmiyor, uyunacak yeri zor buluyor anlatıcı. Rüyası savaşlarla dolu, Yahudilerden gebe olanı uyandırana kadar kıvranıyor. Başka bir yere yatak yapacak kadın, uyuyan Yahudi’yi, kadının babasını tekmeleyen adam için daha rahat bir yer ararken battaniyeyi kaldırıveriyor, anlatıcının uyuduğunu sandığı adamın boğazında koca bir kesik, bütün gece ölü bir adamla birlikte yatmış. Polonyalıların işi, kızının önünde öldürülmemek için yalvarsa da dinlememişler adamı, bu yüzden kadın şiddetle haykırarak başka bir baba bulmak istediğini söylüyor. Dünyanın herhangi bir yerinde babası gibi bir baba. Şahitlik bu, anlatıcının başkası için yazdığı mektupları doğrudan öykü olarak değerlendirdiği de oluyor, “Bir Mektup” mesela. Kurdyukov’un annesine yazdığı mektup cephedeki yaşamı lafı uzatmadan, doğrudan anlattığı için önemli. Moskova’da çıkarılıp cepheye gönderilen gazetelerin yanında askerlerin çıkardığı Kızıl Süvari adlı gazeteyi bütün askerler okuyor, gaza gelenler “hasatta ekin biçer gibi Polakları biçiyor”. Kurdyukov’un yiyeceği ve giyeceği yok, annesinden küçük benekli domuzu kesmesini ve mümkünse yollamasını istiyor. Ele geçirilen köylerde hemen hemen hiçbir şey yok, buğday çok az, yulaf ve çavdar da pek doyurmuyor. Bu tür bilgilerden sonra esas hikâye başlıyor, yine beklenmedik bir anda. “Mektubumun bu ikinci satırlarında sana bundan bir yıl evvel kardeşim Theodore’yi öldüren babamdan bahsetmek istiyorum.” (s. 13) Bodoslamadan, iki mevzu arasındaki geçiş üzerinde hiç uğraşmadan. Ayrıntılar atlanmaz, Yoldaş Pavliçenko komutasındaki Kızıl Tugay, Rostov’a doğru hızla ilerlerken saflar arasında hıyanet baş gösterir, Kurdyukov’un babası o sırada General Deninikin’in emrinde bölük komutanlığı yapmaktadır. Oğlu Theo’yu alır, hıyanetten sorumlu tutarak ölene kadar kırbaçlar. Kurdyukov’u olan biteni annesine yazarken yakalar, kendi tohumunu sırf adalet yerine gelsin diye geberttiğini, eve dönünce yenisini yapacağını söyler. Theo haç bile yerleştirilmeden yattığı mezarından yardım eder belki, Kurdyukov’u kurtarır. Başka bir bölüğe kaçan Kurdyukov babasını esir alır, baba düşman saflardadır o sırada. Merhamet yoktur, Troçki’den gelen emir esirlere kötü davranılmasını yasaklasa da Kurdyukov’un arkadaşları babasının işini bitirirler, oğlan annesine bu durumu bir nevi teselliyle aktarır ve Polakların üzerine yıldırım gibi düştüklerini söyleyerek mektubunu bitirir. Üçüncü geçiş, öykü bitmez. Anlatıcı ve Kurdyakov’un konuşmaları sırasında babanın köpeğin teki olduğunu öğreniriz. Fotoğrafta yüzü ifadesizdir, Kurdyakov ve Theo’nun yanında düşmanmış gibi durmaktadır, köylü bir kadın olan anneyse zayıf ve temiz yüzlüdür. Ailenin parçalanmadan önceki son hali bu fotoğraftadır, Kurdyakov’un babasını kesip atmaması acıyla henüz ne yapacağını bilmediğini gösteriyor.
“Pan Apolek”le bitireyim, acaba Tarkovski Andrei Rublev‘de Babel’den esinlenmiş midir? “Pan Apolek’in akıllı ve güzel hayatı, yıllanmış şarapların sarhoşluğunca döndürdü başımı.” (s. 20) Novogradlı kaçak papazın evinin duvarında asılı bir ikon Vaftizci Yahya’nın ölümünü içerir, işin garibi Yahya’nın yüzü anlatıcının kısa süre önce gördüğü birinin yüzüdür. Papazın evindeki Meryem’in yüzü de papazın hizmetçisinin yüzüdür, kısacası yüzler teolojiye sokulur, Topal Yanek’i azizlik mertebesine yükselten deli Apolek’in işidir bu. Gerçekten deli mi Apolek? Otuz yıl önce gelmiş oraya, sağ elinde boya kutusu, denk geldiğine resimlerini kakalıyor. İyi de ressam, hemen yeni kilisenin süsleme işlerini alıyor ve gayretle çalışmaya başlıyor. Kilisenin papazı yavaş yavaş beliren resimlerde kendini tanır, yardımcısını da tanır, durumdan hoşnut kalarak Apolek’e konyak yollar. Yeni bir akımdır bu, Apolek o güne kadar görülmemiş işlere imza atar. “Pan Apolek artık bütün tarihî kaçamak yollar ve fitnecilik üzerine kurulmuş olan Roma Kilisesinin karşısına çıkmış, belki de yüz yıllar boyu, tek neşeli ve şakacı savaşçıydı.” (s. 25) Eserlerine paha biçtiği gibi yüzlerini azizlere ve azizelere vermek isteyenlere de ücret tarifesini sunar, kısa sürede zenginleşir, otuz yıldan sonra Kazaklar mekânı basıp papazı dehleyince hizmetçinin evine taşınır. Aynı teknik, geçmişteki hoş hikâyeden sonra anlatının zamanıyla anlatılan zaman birleşir, anlatıcıyla Apolek’in diyaloğu başlar. Hikâye bitmez, Apolek günün ilerleyen saatlerinde İsa’nın hamile bıraktığı kadının serüvenini anlatmaya başlar. “Pan Yazar”ın anlattıklarını yazacağını bilir, belki de bu yüzden süsleye püsleye anlatır, hikâye anlatıcılığında da hünerlidir kısacası. Mucize gibi anlardır bunlar, anlatıcı Apolek’in yanından ayrılır ayrılmaz şehrin gece manzarasını tasvir etse de savaş meydanını anlattığı gibi anlatmaz artık dünyayı, hikâye geride kalmıştır.
Çok sayıda kısa öykü var, pek azına değindim, gerisi de ilgiyle okunuyor. Babel’in dünyası pek hoş, okunsa ne güzel.
Cevap yaz