İsmail Pelit nam karakter yahut İsmail Pelit sigara içmeyeceğini söyleyerek başlar anlatıya, 13 Eylül 2020’nin tam 9.29’unda cümleyi yazar ve şaşırır, on dakika boyunca o cümleyle ne anlatmak istediğini düşünür, aklına 13 Eylül 1993’ten beri sigara içmediği dört günü getirir. Beşinci güne başlamıştır, yirmi yedi yıldan sonra bağımlılığını sona erdirmek istemez, sadece sigara içmeyecektir ve bağımlılığının iradesiyle, iradesinin otoriteyle ilişkisini irdeleyecek, sigaraya neden bağımlı ve bağımlılığının neden sigaraya bağlı olduğunu hikâye boyunca sorgulayacaktır. “amaçladığım tek şey bir şahsiyet sahibi olmak ve bu şahsiyeti başkalarına ezberletilmemiş yollardan edinmekti.” (s. 9) Anlatıcı daima ezberlerle, kalıp yargılarla ve hafiften ağıra değişiklik gösteren şiddetle karşılaştığı için kolay bir yaşama sahip olamamıştır anlaşıldığı kadarıyla, çocukluk anılarında sigaraya nasıl başladığını görüp hüzünleniriz, geri dönüşlerden anlatı zamanına gelip sigarasız saatlerin polisli karakollu sıkıntılarına katlanırız. Tiryakiler için dehşetengiz bir tecrübedir bu metin, cüretin büyüklüğünden ilk: “sigarayı hayatımdan çıkardığım an tüm anılarımı ve şahsiyetimi de kenara bırakacak ve hiç tanımadığım birine dönüşecekmişim gibi hissediyorum. haksız mıyım sence?” (s. 11) Yirmi dört saatin tamamlanması yakınken polisler sağ olsun, anlatıcıyı bu amacından uzaklaştırırlar ama elinden geleni yapmıştır anlatıcı, sigarayı bir köşeye attığında kendini metne dökmeyi, sigaradan ayrıştırmayı başarır. Yukarıdan baktığında -hikâyenin içinde olsa da- başkasıdır gördüğü, ilk sigarasını içip bir süre sonra babasından dayak yiyen çocuğu sigara dumanında görmeyiz bu kez, yıllardır yazıp çizen anlatıcının baktığı berrak bir manzaradır, tütünün eşliğiyle biçimlenen pencere geçici olarak kullanım dışıdır. Sadece çocukluk yoktur, sigara içen eş dost ara sıra görünür, mesela anlatıcının kansere yakalanan bir dostu sigaradan uzak durmak için sigara içmediği zamanları hatırladığını söylemiştir de buradan yol devşirir kendine anlatıcı, sigarayla henüz tanışmadığı zamanlara dalacaktır. Dostunun sonunu anlatır önce, geçici iyileşme safhası, ölüm zindeliği sonun geldiğine işarettir, beş ay sonra lenf kanserinden ölen dost itinayla gömülür, anlatıcı mezara girerek tahtaları yerleştirir, yanan sigarasından birkaç nefes çekip atar mezarın içine, dumanlarla veda eder. 13 Eylül 2001, dostun ölüm tarihini o günün gazetesine “sarar” anlatıcı, ABD’deki saldırı da tarihi perçinler. Yan hikâyeler, sigaranın çağrıştırdıkları çok. Anlatıcı on dokuz yaşındaymış o sıra, sigarayı bırakmak aklının ucundan bile geçmiyormuş. Salâh Birsel’i hatırladım, dostu Behçet Necatigil’in ölümüyle birlikte bıraktığı sigarayı özlemle anmasını. Necatigil’in hastanedeki hallerini Oktay Akbal ve fakülteden yakın arkadaşı Cahit Külebi anlatıyorlardı yazılarında, sakladıkları ayrıntılar üzüntülerinden belliydi. Ne acı. Diğer yanda mezara sigara koyan vefalı dost, ömrü uzun olsun. Sigaraya ortaokulun ilk gününde, on bir yaşındayken başlamışsa da sigara içmeye beş yaşında karar vermiş, 1988’in Şubat’ında. Babasının babası defnedilmiş, amcası elinde dumanlar çıkaran, ucu kor bir çubuk tutuyormuş, hemen dikkat çekmiş bu çubuk. Annesinden sigara istemesiyle başlıyor anlatıcının macerası, etrafındakilerin çoğu içiyor ama babası içmiyor, midesinden ameliyat olduğu için yasak. İçenler bir nevi kardeşlikle bağlanıyorlar, birlikte iş yapmanın saadeti de var, babanın yalnızlığı daha yıkıcı bu durumda, anlatıcı için de öyle: “kendi kendime babam için üzülürken onun yaşadığı şeyle nasıl başa çıktığını anlayamıyordum. anlayamadığım şeyler birikip arttıkça büyüdüğümü hissediyordum. büyümenin bir bilinmezler örgüsünün içine girmek olduğunu henüz tespit edecek durumda değildim. ama bilmenin, bilginin bir biçimde acı verici olduğunu hissetmiştim.” (s. 32) Bilgiyi en ham şekliyle almaya gayret eder çocuk, 1988’in sıcak bir eylül gününde annesi ve komşularıyla gittiği parkta ağzını bir erkeğin ağzına dayamış kızı görür, paparayı yese de dikizlemeye devam eder. Çantasından çıkardığı sigarayı tüttürmeye başlar kız, “öküzün trene baktığı gibi bakan” çocuk için cinsellik de sigarayla iç içe geçmiştir. Anlatıcının pek atmadığı bilgi taşı burada bir yerde kafamızı yarar, anlatımın en ilkel biçiminin bedenin, yüzün hareketleriyle oluşturulduğunu söyler. Aslında ilk iletişimin biçiminin üreme devinimlerinden doğduğunu söyleyen bilim insanı -valla Runik’ten çıkmıştı kitabı, hatırlayamadım kim- bu metne girip çıkar hemen, hikâyeye devam ederiz. Bu anı 4 Nisan 2004’te, anlatıcı yoğun bakıma yatırıldığında da öne çıkar, zamanlar arasında atlayıp zıplarken çelik korselere, hastane koridorlarına rastlarız. Özendim, Girne’yi ve anneannemi özledim de biraz, hemen konudan sapayım: Hastanelerin bahçesinde içtiğim sigaralardan sonra anneannemi gömdük ama hastane bahçelerinde içtiğim sigaraların sonu gelmedi, bu kez annemi beklerken içtiklerim başladı da bu kez ben yatayım hastaneye, yattım, Girne’deyim, askerî hastanede ameliyat oldum, sigara içmememi söylediler, dinlemedim, bahçede kimse kalmayınca balkona çıkıp yaktığım sigara başımı döndürdü ve yavaş yavaş karanlığa gömüldüm. Ne aptallık, belime soktukları koca iğne yetmeyince tamamen bayılttılar beni, ayıldıktan kısa süre sonra içiverdim ve iki arkadaşa doğru karınca adımlarıyla yürümeye çalıştım dünya kararırken: “Beni tutun, bayılıyorum.” Omuzlarıma girip yatağa yatırdılar beni, geceye kadar uyudum, sonra kalkıp baktım, refakatçi arkadaş koltukta sızmış -ne iyi adamdı, adı sanı çıktı aklımdan, bulamadım sonra- horluyor, diğer ameliyatlılar uyuyor, balkona çıktım. Karşıda Beşparmak’ın bir bölümü göğe yükseliyor, ağaçların arasından görüyorum. Denizin sesi geliyor muydu hatırlamıyorum, gelse de ortalık sessiz. Rüzgâr esti mi her yer hışırdar, o kadar. Yüz kez yazmışımdır bunu buralara, bir o kadar daha yazarım. İstihkak sayesinde Parliament içiyordum, çok ucuzdu. Girne güzeldi. İnsana dair umutsuzluğum orada doğsa da Girne’nin suçu yoktur, bana Toros’un zirvelerini göstermişti. Sigaram olmasa bulanık görecektim belki, bu zamazingoyu anı parlatıcı olarak kullanabiliriz.
Çocukluktan yavaş yavaş çıkarken son insanlar: Çocuğun alt kat komşuları, tatlı bir kız çocuğu. İlk aşka benziyor, birlikte eğlendikleri günü unutmamış anlatıcı, ertesi hafta komşuların bilinmeyen bir yere taşınmasını da. Eskici büyük büyük laflar edip kafa karıştırıyor, babanın dükkânında çalışanlar çocuğa yaşamı öğretiyorlar, o sıra çocuk dayak yiyor babasından, yalan söylediği için. Sigara içen birinin sigara içtiğini söylemesi yapabileceği en doğru şey belki, çocukluktan gelen bir tavsiye. Bütün bunlar olurken saat ilerliyor tabii, gece oluyor, ardından sabah, anlatıcı biraz daha uyuyup günü akşama erdiriyor, sigarasızlığın dertleri çoğalıyor. Her yere sinmiş kokusu, yıllara yayılmış. “kaybolanın kendisi yok ortada ama yokluğu, kaybolanın kendisini anlatıyor. yokluk anlatırken sen de anlamaya hiç olmadığı kadar hazır hissediyorsun kendini.” (s. 53) Çocukluğun oyunlarına sinmiştir, mahalle arkadaşlarıyla birlikte sigara içilen günlere. Bazıları hayatlarını kaybetmiştir, bazıları olmaz yerlere savrulmuştur, dumanın çengeline takılan insanlar bitmek bilmez. Kendini taksın anlatıcı, gecenin bir vakti sokağa çıkıp sigara izmaritlerini toplamaya başlar, elindeki fener yüzünden başına bela açılana kadar sigarasızlığın sıkıntısını giderir. Arabaların arasında fenerle dolaşan bir adam, sokağın sakinleri hemen polisi ararlar tabii, anlatıcı paketlenip karakola götürülür. Başka bir karakol ânı da var, onu geçip komiserle muhabbete geldiğimizde matrak bir atışma. Biter, metnin sonuna geliriz, anlatıcı okuruna teşekkür eder çünkü okur olmasa o yirmi dört saat geçmek bilmeyecektir. Okur bu kitabı ne zaman okur bilinmez ama anlatıcı yine de teşekkür eder, duruma göre yıllar öncesinden. Ben üç yıl sonra aldım teşekkürü, bilmukabele.
Sağlam metin, iyi edebiyat.
Cevap yaz