İsmail Kadare – Taş Kentin Düşüşü

Bol twist, komünizmin dank diye indirdiği perdenin altında kalanlar, sürekli değişen odak. Kadare’den sağlam roman, hem dönemin nabzını güpleten hem gücün yozlaşmasını irdeleyen, dört üçlük. Önce doktorlara, sonra kente, sonra doktorlardan büyük olanına, ardından kadınlara, kıyıcı rejime ve rejimin yetersiz, kindar, dandik sorgucularına geçen bakış açısı entrikanın detaylarını kapamaya da yarıyor, biçem gizemi kolluyor, buluş iyi. Büyük Doktor Gurameto ile Küçük Doktor Gurameto arasında halkın yakıştırdığı bir rekabet var, yoksa birbirlerine karşı kıskançlığın esamisi okunmuyor. Ülkenin en iyi cerrahları bu ikisi, jinekolog oldukları defalarca tekrarlansa hatta sorguculardan birinin bu jinekologluk üzerinden Büyük Gurameto’ya diş bilemesi kurguda önemli bir yer tutsa da dönemin doktorları Rönesans sanatçıları gibi pek çok alanda at koşturacak kadar yetkinler herhalde, neyse, büyük olanı daha itibarlı olan Almanya’da, küçüğü İtalya’da almıştır tıp eğitimini, şehrin İtalyanlar ve sonrasında Almanlar tarafından işgal edilmesi sırasında rüzgâr birinden diğerine döner, kendi itibarları da yükselip düşer. İtalyanlar çekilir, Almanlar gelir, Hitler küçük biraderi Mussolini’yi haşlar bir güzel, olaylar öyle hızlı gelişir ki Gjirokaster kenti ne düşüneceğini, ne yapacağını bilemez. İtalya’yla birleşmiş midir ülke, İtalya’nın işgaline mi uğramıştır, Almanlar geldiğinde milliyetçilerin dediği gibi baş üstünde mi tutulmalıdır Naziler, komünistlere uyup mücadele mi edilmelidir, milletin kafası karışıktır. Bunların dışında sabitler belirlenmiştir, gündelik hayatın vurdusu kırdısı bir yana, doktorların halleri de istikamet belirlemede etkindir. Almanlar güneyden, Yunanistan’dan gelirlerken uçakla kâğıt atarlar, halkı bilgilendirirler: Almanya işgal etmek üzere değildir, Arnavutluk’u geçit olarak kullanacaktır, ayrıca ikinci Arnavutluk olarak görülen Kosova’yı ve Yunanistan sınırları içinde kalan Arnavut toprağı Çamerya’yı da iteleyecektir dost ülkeye. Kentin megalomanisine kısa bir bölüm ayrılmıştır, coğrafyanın yalıttığı bu taş şehir kendi dünyasında yaşamakta, Yunan köylerinin sabrını taşırmaktadır zira uzaklardan saldığı bulanık ışıkların köylerde sinirleri bozmasının yanında Yunan kızları ortadan kayboldukça şüphe doğar, kızları kaçıran kentliler helak olsalar yeridir. Osmanlı döneminden kalma 300 kadı sorundur, kentin tepesinde cayır cayır aydınlatılan hapishane/şato sorundur, kısacası kentin başına gelecek vardır. Nitekim Almanlar mekâna geldiklerinde motorluları önden gönderirler, yıllar boyunca kimlerin yaptığına dair konuşulacak olay gerçekleşir, ateş açılır ve Almanlardan biri ölür, komutan daha şık bir giriş planlayıp tankları dizer, şehri bombalar. Kadare’nin şeyleri bağlamasına iyi bir örnek var bu noktada, kadınların aşağılanmasıyla ilgili bölümün öncesinde hazırlık: “Sonunda bu utanç duygusunun kökeni anlaşıldı: Bu felaket, kadınlara reva görülen bir cezaya benzemesi bakımından, başka bir türden görünüyordu. Kadıncağızların cezalandırılması ha, yoksa yanlış mı duydum, diyorlardı sofraya oturan insanlar. Sorunun düğümünün çözümü, mantığım katılımı olmadan kolay olduğu kadar, mantığın araya girmesinden sonra da bir o kadar güçtü. Kendini havaya uçurtmak, sıkıştırtmak, yıktırmak, kırdırmak, bütün bu şeyler yalnızca kadınlara uygundu. Kısacası, erkekçe yaşamakla övünmüş olan bu kent demek kadınca ölecekti.” (s. 17) Aşağılayıcı şarkılar söyleyen erkeklerin anlatıldığı kısımda kadınlar hadlerini bildirirler bu dangalaklara, yan hikâyeciklerden biri. Bombalamayı bitiren beyaz bayrağı kimin salladığı da meçhul, öyle ki şok dalgalarının camdan dışarı savurduğu beyaz bir perdenin iş gördüğü bile söylenecektir sonradan, Arnavutluk’ta kimin neyi neden yaptığı esrarlıdır.

Büyük Gurameto’nun evinden gelen plak sesiyle birlikte ikinci perde başlar, söylenenlere göre Almanları evine alan doktor bir de ziyafet vermiştir onlara, şampanyalar mı patlatmıştır, beraber marş mı söylemiştir, her şey mümkün. Evden gelen seslerin yankılarından çıkarılmayacak dedikodu yok, beklenen silah sesleri gelse Almanların misilleme yaptıkları anlaşılacak da beklenen gerçekleştiği için yasla dolacak an, söylentiyle değil. Varsayım bol, Büyük Gurameto kızının nişanını ertelemedi de Almanları çağırdı evine, gözdağı verdi, alenen hakaret etti ya da mermilerle değil de şarap ve müzikle karşıladı gelenleri, boyun eğdi. Yahudi Jakoel’in de aralarında bulunduğu rehineler salındığı zaman durum iyice içinden çıkılmaz bir hale geliyor, Büyük Gurameto’nun evinde neler oldu, Almanları katliamdan vazgeçiren neydi, Albay Fritz von Schwabe’nin yufka yüreği değil. Kente girer girmez Almanya’dan okul arkadaşı Büyük Gurameto’yu bulmalarını istedi Fritz, eski dostuyla kucaklaştıktan sonra Arnavut geleneklerinden, yeminlerinden bahsetmeye başladı, eve gelen konuğa ateş açmak var mıydı öyle? Dostunun yüzü bulutlanınca subay tayfasını evine davet etmekten başka çaresi kalmadı Büyük Gurameto’nun, akşamını rehineleri kurtarmak için harcadı, başarılı da oldu görüldüğü üzere. O yemek yıllar boyunca konuşuldu sonradan, gizem çözülemedi çünkü ketum adam Büyük Gurameto, iyi adam aynı zamanda, kimse mevzuyu eşelemedi. Ruslar gelene kadar tabii. Yemekle ilgili söylemem gereken şeyler var da spoiler olacak, sadece şunu diyeyim, Arnavutluk’un yerel inançları, halk hikâyeleri de karışıyor o sohbetlere, Latincenin ölü bir dil olması da anlam kazanıyor, tarafların kimliklerinin belirsizliğine dair bir iki cümle de sonradan acayip genişletiyor metni, komplo teorilerine yol açıyor, kısacası o gece ne yaşandıysa hikâyenin geri kalanını dolduracak kadar önemli. Devam, Almanların yerel kolluk kuvveti kurmaya çalıştığı sırada başvuruda bulunan 300 Osmanlı eskisinin bahsettiği işkence tekniklerinden dehşete düşen Almanlar insanlık dersi vererek Moğol ordusu kurmadıklarını dile getiriyor. İroninin kralı var derken Ruslar geliyorlar, Almanlar hemen arazi, tutuklamalar başlıyor, bizim doktorlar da şöyle sıradan bir sorgulamanın sonunda serbest bırakılıyorlar. Gerisi zulüm, Ruslar kısa süre önce ameliyat edilmiş, baygın yatan bir adamı tutuklamaya kalktıkları zaman doktorlar karşı çıkınca hemen kelepçeleniyorlar, kelepçelenmeye alışık oldukları için ses çıkarmıyorlar. 300 moruk tekrar piyasada, Kadare’nin ince görüşü: “Komitenin şefi, onları dinleyince, belli bir memnuniyetini gizlemedi. Bu memnuniyet sahte gibi görünmüyordu, görüşme sonunda teşekkürlere yansıdı. Başka dönemlerden gelseler de bütün o entelektüel bozmalarından daha iyi anlamışlardı devrimin özünü: Kaçınılmaz şiddet.” (s. 73) Yeni rejim yerleşirken tam oturamıyor, kıtlık ve soğukla mücadele etmeye başlayan halk iyice güçsüzleşiyor. Tam bu noktada kente giren binlerce keçiyi aradı gözüm, Starova’nın Keçiler Dönemi‘nde anlattığı şehir de taştandı, tepesinde şato vardı, şatonun derinliklerindeki mağaralara giriyordu baş çoban da izini bulamıyorlardı. Evet, “Yeni Zaman”da inşa sürüyor, toplum garç gırç kuruluyor da eskisini yenisini ayırt edecek bir zamansallığa, zaman algısına sahip değil Arnavutlar, ya çetelerden ya Çingenelerden ya despotlardan çekmişler zaten, pek bir şey değişmiyor yani. Doktorlar için değişecek ama.

Zurnanın zort dediği yere geldik, yıllar sonra açılan defterler Büyük Gurameto’nun hak etmediği muameleye maruz kalmasına yol açacak. Hak edip etmediği de belli değil gerçi, ideoloji belirliyor, söylenceler, efsaneler belirliyor, hatta doktorun biyolojik devinimi bile bir halk hikâyesine bağlanabiliyor yoruma göre. Stasi’den gelen sorgucu, Moskova’dan gelen dedektif, iki Arnavut polis, herkes doktorların direncini kırmaya çalışıyor ama kendi yıkık hayatlarının öfkesini soruşturmaya boca etmekten, spekülasyonla kafa karıştırmaktan başka pek bir şey yapmıyorlar. Stalin’in ölümü doktorların konuşmamalarına bağlanabilir mi, bağlanıyor, bu da Kadare’nin taklası. Odağın hızlı değişimi rahatsız edebilir, onun dışında başarılı bir romandır bu. Gerçeğin türevleri açığa çıktıkça bilinmeyene çeker okuru, zemin hafiften kaymaya başlayınca sağlam basar, iyidir.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!