Metinle ilgili olumlu eleştirilerin eklendiği kitaplar iyi, yerilecek ne varsa direkt o kısımda. Sol cenah Özgentürk’ün öykülerini yağlamış bir güzel, buna rağmen öyküler bugüne kalamamış çünkü niye kalsın, kalmasını sağlayacak niteliklerden yoksun, asgari öyküler. Bakalım, Ataol Behramoğlu “hayat” sözcüğünün 1960’tan sonra toplumcu yazarlarca sıklıkla kullanıldığından, İsmet Özel başta olmak üzere pek çok şairin “hayat”lı şiirler yazdığından bahsetmiş. “Bizdendir” damgasını vurduktan sonra Özgentürk’ün sanatsal uğraşlarına değinmiş kısaca, ardından öyküleri özetlemeye geçmiş. Sait Faik’i şöyle iyice bir özümsemiş Özgentürk, öykülerinden öyle anlaşılıyormuş. Aşırı yorum. Hem “bizim” hem dünyanın insancıl yazarlarını okumuş, özümsemiş Özgentürk. Aşırı yorum, hatta doğruluğu tartışılır, öykülere bakınca çok okuduğuna dair emare yok. “Alçakgönüllü, gösterişsiz tutum” Behramoğlu’nun bahsettiği gibi olumlanacak bir özellik değil, aksine, Necati Güngör’ün olumsuz eleştiriye varan itirazında belirttiği: donukluk, natürmort. Gerçekliğe pek uymasa da karakterlerini konfor alanlarından çıkarıp sorumluluklarını yerine getirmeye yolluyor Özgentürk, sıcacık ve insancıl bir yaklaşım. Öyküye bakınca ne gördüğümüzle ilgili bu, Behramoğlu göz yaşartıcı fedakarlıklar görürken ben borazan görüyorum. Ben neden borazan görüyorum, o kadar insancıl, toplumcu değilim görünüşe göre, insanı iyi tanımıyorum. “Daha da öte, kanıtlıyor, başka türlü insan olunmayacağını, yok edilmek istenen yaşamın, insan onurunun başka türlü savunulamayacağını…” (s. 79) Onurlu insan gecenin köründe evini, eşini, çocuğunu bırakıp örgüt için bir şeyler yapmaya koşabilir. Valla ben Bir Gün Tek Başına‘yı da sevmem çünkü bizde insanın/karakterin ayarı tutturulamamıştır, mücadele eden veya mücadeleden kaçan insan geçişken değildir pek, yaşamca kuşatılmadan, dava -ve en fazla sevda- ekseninde anlatılmıştır, bu yüzden o romanlar bana kötü parodi gibi gelir. Sütçü gelmez, Gece gelmez, Gece Dersleri gelmez, İyi Terörist müthiş bir ustalık eseri olarak gelmez ki gelmeye diğerlerinden çok daha yakın. Neyse, kurmaca ve politika, ideoloji, siyaset. Evet. Mümtaz Soysal “yılın sanatçısı” etiketini şak diye Özgentürk’e yapıştırıyor, Devlet Tiyatroları o yıl Brecht’in bir oyununa yer verdiği için “yılın sanat olayı”nı kapmış, tebrikler. Necati Güngör öykülerde şiir çalışması yapıldığını söylüyor, bundan pek bir şey anlamadım, anladığımla da öykülerin ilgisi yok. Röportaj eleştirisinin devamı: “Öyleyse, röportajcılığın gölgesinden kurtarmalı öykülerini, diyebilir miyiz yazara? Evet bu belirgin özellikten kaçınması gerekiyor Işıl Özgentürk’ün. O zaman yazar, içtenlikle ele alınmış konuları kuraklık alanından dirimselliğe çekecek, okuruna, insanı değil de sanki fotoğrafları anlatıyormuş izlenimini vermeyecektir.” (s. 83) Doğan Hızlan ne diyor, Özgentürk’ün öykülere güncel siyasayı fazla soktuğunu çıtlatıyor, “tortu bırakmamış günlerin sıcağı sıcağına yazılması”nın yorum yanlışlarına yol açabileceğini söylüyor da açmıyor bunu, nasıl yanlışlar mesela? Beğendiği öykülerden biri ilk öykü, “Çınaraltı Değişti Mi?”. Anlatıcı geçmiş günleri anarken çok biçimlemediği sevgilisine sesleniyor, ne zamandır hapishanede olduğunu bilmediğimiz sevgili özgürlüğüne kavuşursa Çınaraltı’nın, insanların ne kadar değiştiğini anlayıp şaşıracak. Güvercinler aynı, yem atan âşıklar aynı, kitap dolu tezgâhlar duruyor da koğuş kalabalıklaşmıştır, bir de Florya’da gençler tekvando yapacaktır artık, vurdulu kırdılı filmlerin patlamasıyla herkes huayt kurslarına yığılıp adam dövmenin peşine düşmüştür. Eskiden saatler boyunca dönen tartışmalar, Lenin’in metinleri, Marx’ın tezleri yoktur artık ortada, tayfa dağılmıştır, aydınlanma karanlıkla imtihan edilmiştir. “Aydınca olmalıydı sevdalarımız. Neydi bu aydınca kadın erkek ilişkisi? Hangi toplumda yaşıyorduk biz? Yoksa bir ‘ada’ mıydı yaşadığımız yer? Nasıl kolay yadsırdık yetiştiğimiz koşulları, nasıl kasabalılığımızı bir çırpıda atardık üstümüzden. Birer yaşamasız yaşama ustasıydık. İlişkilerimizde doğal olan ne varsa yok edip, ayrıntılarla boğuşurduk.” (s. 10) Bilgi topaklarından kafa göz yarılmazsa sonunu getirebiliyoruz, Hızlan’ın tam olarak neyi beğendiği muamma. “Şaşmak” bir devam öyküsü olarak görülebilir, anlatıcı öncekiyle aynı meşrepten, kış diyor, soğuk diyor, üşüdüm diyor, insanlara değen kış herkesi üşüttü diyor, cılız tekrarlar. Muhatabına dokunmuş bir yaz günü, kumlar kızgın değilmiş, özlenen şeylermiş bunlar. Zaman geçmiş, çocuklarını kaybeden arkadaşlardan, onca öyküden, oyundan geriye ne kalmış? Panzerler gelirmiş üstlerine, polis amcalar, kalabalıkların öfkesi derken telefon çalsa şaşıracak anlatıcı, seslendiği kişi ararsa. Ne güzel.
“Türkü Pencerenin Dışında Kaldı” televizyonla hemhal olan orta-alt sınıftan bir ailenin öldürdüğü zaman. Ana, kız ve evde kalmış teyze yerlerini alıyorlar, baba gelip şöyle bir kuruluyor döşeğine, tamamdır, televizyon açılabilir. Allah razı olsundur, televizyon olmasa ne halt edeceklerdir, bilmezler. Teyze üç aylıklardan biriktirdikleriyle Avrupa’ya gidip gelmiş, kardeşini kıskançlıktan çatlatmıştır, ana da gitmek ister ama kocası fena. Adam beş boğazı beslerken mümkün değil, hele kızı bırakmaya hiç gelmez, patronuyla fikfik mi yapıyor ne yapıyor, göz önünde tutmalı. Daha da zengin birini bulmalı kız, hemen kancayı takmalı, ana öyle istiyor. Baba haberlere bakıyor, anarşistler yakalanmış, hemen giydirmeye başlıyor ama o ne dil paşamdaki, kitap gibi konuşuyor, devlet şunlardan üçünü beşini assa falan. Klişe atakları yüzünden Park ve Bahçeler Müdürlüğünü arayıp ekip çağırası geliyor insanın, kalas gibi düz bir anlatımla boğuşurken bir de bunlarla karşılaşmak yoruyor. Ha, kurtuluş belli, inşaatta çalışan işçilerin çığırdığı türkü geliyor camdan, küçük çocuk hemen pencereyi açıyor ve dinlemeye başlıyor türküyü de baba hoytluyor, camı kapattırıyor. Açacaksın o camı, öyle kafana göre idam ettirmeyeceksin milleti, bilinç kazanacaksın. Tamam? “Vay Televizyoncular Gelmiş!” meşhur olmaya çalışan bir kadının sayıklamaları diyelim, şununla bitirelim: “Ne yapayım saç değil mübarek keçi kuyruğu. Şöyle yana yatırmalı, iyi oldu. Oldu mu? Toplasam mı? Bayılacağım şimdi. Dümdüz bırakmalı en iyisi. Deodorantım nerede? Yer yarıldı içine girdi. Şeytan alıp götürdü, satamadan getirdi. Şeytan alıp götürdü satamadan getirdi. Kör olası şeytan çıkar artık şu deodorantı karşıma.” (s. 26) Ya işin kötüsü günümüzün öykülerinin çoğu şundan bir adım öteye gitmiş değil. Matbular ayrı fecaat, çeşitli platformlarda yer bulan öykülere bakıyorum, bakar bakmaz kapıyorum, o ne dil kabızlığıdır bilmem. “Oğlak” var, emekli albay Mukbil komrad paçalı donuyla fırlar sokağa, amelelerin baktığı keçiyi çataçut etmeye koşar. Özgentürk ilginç bir şekilde kalası yontmuştur bu öyküde, biraz geriye gidip oğlağın ne sebeple alındığını görürüz. Müteahhit Üzeyir trafik kazası atlatmıştır, adak olarak oğlak alıp inşaat işçilerine emanet etmiştir. Bu oğlak mahluku kimin gözüne baksa hemen fikirler sokar kafasına, hani o binayı yapıyorlar ama kimler oturacak orada, neden kendileri oturamayacak, kendi yaptıklarına neden o kadar yabancılar, bir dünya emek meselesi. Oğlağın sihirli olduğunu düşünüp ipini çözerler, hayvan sağda solda gönlünce takılmaya başlar ama albayın nefretini kazanır işte, adam sopayı indirdiği gibi oğlağı hacamat eder. Bizimkiler çok üzülürler, sırada olduklarını bilmezler: albay bunları dikizleyip öfkelenir, adamlar hem yan gelip yatmakta hem de, işte, yan gelip yatmaktadırlar, hemen patronlarına söylemek lazım gelmektedir. Son paragraf: “O kahverengi tüylü oğlak işte böyle bir öykü oldu. Oldu mu?” (s. 39) Yani pek olmadı ama asgari ölçüyü tutturduğu için tamam. Özgentürk’ün önceden okuduğum öykülerini de beğenmemiştim, bunları okurken kafam kurudu resmen. Şöyle bir bakıp devam ediniz.
Cevap yaz