Beşinci kattan düşen birinin hayatta kalma ihtimali yüzde elli, Tina Gelaşvili’nin etrafında toplanan insanlara ve gelmesi beklenen ambulansa bakarsak apartmanın arka bahçesine falan değil, yol kenarına, betona düşüyor. Bedeninin basınç yüzünden patlayıp patlamadığını bilmiyoruz, Tina patlamadığını söylüyor ama düşüşün etkisi hakkında pek bir fikri yok açıkçası, yavaş yavaş ölmekte olduğunu biliyor. Düşüşle birlikte evinin çok uzakta kaldığını fark ediyor, metnin sonunda kendisini eve çağıran ninesinin sesini duyacak, çember tamamlanacak. İntihar değil, etrafını çeviren insanlar öyle olduğunu düşünebilirler, aslında Nezahat Hanım’a bakıcılık yaptığı eve çatıdan girmeye çalışırken serbest düşüşe geçiyor. “Yanlış anahtarı almakla başladı bu hikâye, üstüne biraz aptallık ve epey bir korku ekleyince deda, her şey tereyağından kıl çeker gibi oldu.” (s. 19) Aptal değil Tina, aptallık yapıyor sadece, işvereni Seval Hanım’ın öfkesinden korktuğu için öyle parlak bir fikirle hareket ediyor, su oluğuna tutunup balkona girebilir ve yanlış anahtarı aldığı için eve balkondan girdiğini söyleyebilir, tabii balkon kapısını açması gereken Seval’in öfkesi yine ayyuka çıkacaktır çünkü Tina’yı ezmek günlük aktivitelerinden biridir. Zorbalığı aşırıya vardırdığında yumuşar, beraber kahve içmeyi veya yemek yemeyi teklif eder, restorana gittiklerinde “işkence” istediğini söyleyen Tina’ya gülüp “iskender” ısmarlar. Dil sorunu, taciz, yabancı düşmanlığı derken Tina’nın derdi dağları aşar, hiçbiriyle mücadele edemez. Aslında travmalarla boğuştuğu için savunmasızdır, ailesinin geçmişindeki acılardan âşık olduğu adamı yitirişine pek çok yara almıştır, taşır ama sonlara doğru kendini sorgulama ihtiyacı duyar, biraz daha sosyal olsaydı hayatı daha iyi olabilir miydi? Fırında sırasını gözetseydi, insanların kendisini görmesini sağlayabilseydi, topluluk içinde sessiz kalmasaydı veya ilk adımda Seval’in zorbalığına karşılık verebilseydi? İki çizgi var burada, Gürcistan’dan kurtulmasını sağlayan psikolojik dirençle Türkiye’deki zayıflık arasında etkileşim yok gibi görünüyor, sanki farklı kadınların hikâyelerini dinliyoruz, bu bir eksi. İkinci eksi: oluktaki atıklar, “binanın atıkları”, pis su. Yağmur suyu olduğu besbelli, oluğun kiriyle bulanmıştır en fazla. Binanın atıklarından bahsedilemez, “atık” anlam olarak tartışmaya pek açık değil sanıyorum. Üçüncü mesele de Pink Floyd, “Comfortably Numb”. Tina düştü, elinden bırakmadığı anahtarın sesi tık tık, sesini sınırın ötesine duyurmaya çalışıyor. “Orda kimse var mı? Hey, merhaba, beni duyabiliyor musunuz? Eğer duyabiliyorsanız küçük bir vuruş yeter. Bir tık, belki sonra bir başka tık daha. Hadi konuşalım. Son bir kez.” (s. 7) Kaçak göçek sokulan bir albümü dinlerlermiş Gürcistan’da, Tina’nın aklında bu sözler kalmış, hikâye boyunca iç sesi zaman zaman ele geçirecek örnekte görüldüğü üzere. Evi hatırlattığı için makul de madem şarkı girdi işin içine, başka? Bu kadar, başka plak yok, ninenin söylediği türküler yok mesela, yerel hiçbir şey yok, bir tek Stalin zamanında katlanılan acılar, dedenin tutsaklık hikâyeleri, ailenin Rusya’yla imtihanı. Bilemiyorum, Tina’nın bilinci dar bir pencereden fışkırıyor sanki, belli ve tekrar tekrar ele alınan konuların dışında bomboş. İkna olmadım ben, bilincin kıstırılmış haline, şarkıya, Tina’nın güçsüzlüğüne razı gelmedim çünkü anlatı çok daha fazlasını içerecek kadar genişleyebilirdi. Mustafa Çevikdoğan’ın ilk kitabındaki ilk öykü, adını hatırlayamadım şimdi, ölümle burun buruna gelmiş bir karakterin zihnini gösteren en iyi metinlerden biri, şimdi hikâyeyi hikâyeyle ölçünce. Adrenalin pompalanır, beyinde havai fişekler patlar, salgılar oho, uçuk bir anlatıyı doğurur ölüme yaklaşmak. Bence. Tina gayet sakin, gayet profesyonel, muazzam bir anlatıcı. Akarı kokarı yok, ölmese de olurmuş açıkçası. Seval alsın bunu, ayaklarından tavana assın, Tina yine aynı biçimde anlatırdı sanıyorum. Bilemedim, bu taklalar olmasa hikâye zenginliğinden pek bir şey kaybetmeyecekti çünkü metni değerli kılan Tina’nın anlattığı hikâyeleri bağlama biçimi, sarmal anlatıyla boşlukları doldurması. Koro vazifesi gören insanların metni bölümleyen sözleri olmadan da çağrışımlara gayet açık bir hatırlayış ki ardiyenin sıkış tepiş halini düşünelim, travmalar yüzünden geçmişin parçaları iç içe geçmiştir, Tina’nın annesinin aşkla ilgili bir sözünden Kaveh’e, Tina’nın âşık olduğu adama dair anılar düşer akla. Tina’nın kim olduğunu hatırlamaya çalışan, etrafında gevezelik yapan insanların sürekli benzer soruları sormasında bir lüzumsuzluk var, çünkü, anladık yani, Tina yaban, insanların görmezden geldiği biri, görülse de dışlanıyor ve bütün bunlar defalarca açıklanıyor. Defalarca. Aynı ton, benzer olaylar. Arada bilinç akışına kapılmış sözcüklere rastlıyoruz da anlatının diğer kısımlarında bu akışı durduranın ne olduğunu bilemiyoruz. İki ögeyi “içeriden” işlemek gerçekten zor: çocukluk ve ölüm. Zileli’nin ölümle uğraşında başarılı olduğunu, karakterin bilişsel sürecini iyi aktardığını söyleyemem ama özellikle Tina’nın ailesi ve Kaveh’le ilgili bölümleri övebilirim, iyidir. Beşinci kattan düşmek aşağı yukarı iki saniye sürüyor bu arada, dördüncü katta kahvaltı sofrası hazırlayan Gülşen Hanım’ın pencerenin önünde bir karaltı hissetmesi, dönüp bakması ve yanıldığını düşünüp işine dönmesi mümkündür de Tina’nın iddia ettiği gibi bütün bunları görmesi pek mümkün değil, “yolculuğun yarım saat sürmesi” Tina’nın zamansallığını etkilemiştir ama fotoğraf karesini olabildiğince detaylı bir şekilde görmüştür Tina, oynayan bir film görmemiştir. Uzattım da takıyorum böyle şeylere, düşüşe odaklanılan yerde gerçekliği arıyorum.
Dedaya, annesine anlatıyor hikâyesini Tina, Seval’in verdiği hattan ulaşmaya çalışmış ama başaramamış, bir ihtimal Kaveh hayattadır diye onu da aramış ama yok, bir başına. Sınır polisinin dikkatini istemeden üzerine çeken Tina yüzünden yakalanmış Kaveh, Müslüman şair, eylemlere aktif şekilde katılan ve Tina’ya aşkı öğreten adam. İdam edilmediyse bir gün gelip bulacak, pek umudu olmasa da Tina bekliyor, Nezahat’a bakarak geçiriyor günlerini. Yurt dışından gelip yaşlılara bakarak geçinen kadınların yaşamlarını iyi anlatmış Zileli, ananeme bakan Nazlı’nın anlattıklarıyla kıyaslayınca iyi bir portre Tina’nınki. Çok alakasız ama Nazlı’yla son konuşmamız ilginçti, beni Facebook üzerinden mi ne aramıştı İsrail’den, şu bir iki sene önce füze saldırılarının yaşandığı zaman. Dan dun sesler geliyordu, gökyüzü aydınlanıyordu ara sıra, korkmuştu ama bulunduğu yere saldırılmıyordu, iyiydi, aklına gelmiştim de aramıştı. Tina’nın aklında Nezahat var, kadını sevdiği için bütün hikâyesini önce ona anlatıyor ve belki de tek arkadaşının gözlerinde beliren yaşlara üzülüyor. Gürcüce konuşması anlaşılabilir, kadına kendi dilinde hitap etmesi samimiyetten ama anlamıyor bunu Seval, sorduğu zaman cevap da alamıyor çünkü ne anlatacak Tina, yaşadığı yalnızlığı nasıl anlatabilir? Kısacık birlikteliğiyle biriktirdiği en parlak anılarını, Kaveh’le geçirdiği zamanları paylaşamaz Seval’le, sessizce dinleyen Nezahat dışında kimseye ailesinin Sovyet Rusya’ya duyduğu nefreti, babasının geçirdiği kaza yüzünden kör olmasını ve suçlu çıkarılmasını, daha da sayısız burukluğu anlatamaz çünkü her kulağa değil o yaşananlar.
Karıştırdıkça denk geliyorum, etrafına toplanan insanlardan biri Tina’nın altına pislediğini, bu sözden doğan çağrışımla Tina da düşerken aklından geçen ilk şeyin iç çamaşırı olduğunu söylüyor. Çamaşırının temiz olup olmaması? Yani külot temizliği akla gelen ilk şey, eh. Bunun yanında pek çok mevzu var ikna etmeyen, derim ki Zileli’nin değindiği meseleler iyidir de odaklandığı noktalar, biçimsel tercihler tam oturmaz, haliyle bunların üzerinde temellenen hikâye de tam oturmaz ama müstakil olarak sıkıdır, sallanır da yıkılmaz. Çok ucuza bulmadığım sürece Zileli’nin metinlerini edinmem ama sahafta falan denk gelirsem alıp okurum, öyle bir intiba.
Cevap yaz