Deniz Gezgin – YerKuşAğı

Amorf yaşam formlarının yokyerde gezindiklerini gördüm, Rosi Braidotti’nin İnsan Sonrası Bilgi‘sini de gördüm, bir şey çağrıştı: “‘Tek bir yaşam’ dediğinizde bu müşterek dünyaya, hepimizin dünyasına güçlü bir aidiyet duygusu ifade etmiş olursunuz. Yaşamla barışık olma arzusu, tüm yaşayan varlıkları birbirine bağlayan, kırılgan olduğu kadar zaptedilemez bağdır. Çoğunlukla fark edilmeden kalan ve algılanamaz olan ama aynı zamanda kaçınılmaz da olan bir enerji patlaması yaratır.” (s. 227) Gezgin’in karakterleri dirimin dilini konuşurlar, yaşamla barışıklıkları ayrıca tartışılır ama bir araya gelebilmeleri öz bir itkiyi gösterdiği için anlamlı bu açıdan, aidiyet tamam, bütün bunlara şahit olan anlatıcının dili değil de semantik evreni diyelim, şaşan beşerin aklına kaktırılası bir niteliğe sahip. Jeff VanderMeer’in Ölü Astronotlar‘ındaki anlatı biçimine yakın, o romanda tilkiler, Leylistan, daha bilmem ne canlı veya cansız ortalıkta fink atar da o dinamizme aşinaysak lirizm ve sembolizmin yokluğunun hiçbir şey eksiltmediğini görürüz, metin olabildiğince açılır. Tek fark budur herhalde, Gezgin’in metniyle VanderMeer’inki arasındaki benzerlikler paralel bir okumayı hak edecek ölçüde. “Şekil değiştirebilen, yarı insan yarı doğanın bir parçası” Grayson ile “her şeyden bir şey toynaklı sarmaşık” Hagrin aynı kurgusal yükü taşıyorlar: her şey olabilenler her şeydir ve her şey olmayanların nasıl her şeyliğe yaklaşabileceklerini gösterirler. Bütün var olma ihtimallerine açık bir uzamda zemin nedir peki, yokyerin bir yer olarak tanımı? Bir kere buraya düşülür, karakterlerden biri dişbudaktan düşmüştür, ara ara “Dişbudaktandüşen” olarak anılacaktır. “Göğün dişbudağına kendini asıp bu yere düştüğünden beri korkuyu unuttu. Ona korkması öğretilen ne varsa içinde, korkunun ta dışında. Kat kat örtülerin altında titrediği, soğuk terler döktüğü geceler, demek başka bir şeyin koyusuydu.” (s. 11) Bir sarmaşığın gözleri ve ağzı karşılar düşeni, yemesi için bir şey uzatır, o yiyeceği tüketilecek bir şey olarak görmememiz için hiçbir özelliğinden bahsedilmez. Suyu dalgalandıran yüzgeçlerin, kapanıp açılan solungaçların toprağa vardığı, değiştiği, suyun altında yaşayan bitkilerin içerilere yürüyüp ormanlara dönüştüğü bir hayat şenliği, Gaia’nın bahçesinde bir panayır, artık ne denirse. İnsanın esamisi okunmamaktadır, insanın anlayabileceği bir iletişim kanalı da açılmamaktadır orada, ilkel devinim kemiklerden -omurgalı bunlar, her şey olabilen Hagrin ya omurgalılara uyum sağlar ya da omurgalıdır- ve titreşimden anlaşılır, sıvıda yayılanların yanına havada yol alan da eklenince ta tam, anlaşabilirler. Hagrin ve kara kuş Şuri biraz tuzlamaya götürürler Dişbudaktandüşen’i -adı Moy- ve kursağa dolmuş zifti temizlemeye çalışırlar, ötüşe dönmek için zehri tükürmek şarttır, zehir içe sinen beşerdir. Bu temizlik esnasında Moy’un başka bir zamana ait yaşamından kesitler görürüz, başka kesitleri insanın olanca kiriyle metne daldığı diğer bölümlerde de göreceğiz, arınma gibi bir şeydir. Çocukluğundan itibaren bir hastane yatağına bağlı olarak büyümüştür Moy, kollarında damar yolu açılırken önünde geniş bir çayır belirmiş, yanağını bir ağacın kabuğuna yaslamıştır. Yokyere bir yolcu daha o zamandan. Eve döndüğünde kendisine yasak edilen bir odaya girmiş, duvarları dolduran taksidermi ürünü hayvanları “çürüyemediklerinden sesleri uçup da başka bir şeye karışmamış” olarak görmüştür. Yaşamın bir sonraki evresinde yine yaşam vardır, yokyerin bununla ilgili olduğu artık malum. Moy tuzla arınırken elinin altında can çekişen vaşağı görür, Hagrin’in o vaşağı oraya nasıl getirdiğini sorduğunda babasının avcı olduğunu haykırır. Burada dil meselesinin farklı bir boyutunu, ayrıca veganlığın savunusunu buluyoruz. Moy’un babası Asil Derbentçi’nin hikâyesine geçmeden önce metnin diline bir örnek: “Çocuklar da tıpkı hayvanlar gibi karanlıkta görebilirler. Zaman büyümekle gözlerini almadan, olandan iyi olmayanı seçerler. Bir olmayanla arkadaş olup onu kovalayan, gözlerini yumup yok eden, ona bütün sırrını sayıp döken. Çok çocuklu karanlık odalarda sürülerce olmayan, yüklendiği sırlarla duvarlardan koşarak geçer. Göz gördükçe bu oyun içinden el çıkmış bir kukla gibi boşalıp söner.” (s. 21) Derbentçi’nin çocukken “olmayanıyla” ne yaptığı bilinmez, avcılığa merak sarması insanlığın tipik yıkıcılığını gösterdiği ve Moy’a ister istemez bulaştığı için yokyerde dehşet kaynağıdır. Derbentçi -aşina olduğumuz bir ad ve soyad, dilimizin yapısal özelliklerini doğrudan taşıyan her varlık kıyamet habercisidir- kuşları, tilkileri, vurulabilecek her hayvanı avlar ama has avı kuşlardır, kaçırmaz. Avlanır, “erkekçe bir ritüelle” avını taşır, orta yere serip kalabalığına sergiler. Aidiyet, sahiplik, yıkım. İnsan Sonrası Bilgi‘ye dönüyorum, “Erkekinsan/Antropos”un ve onun beşeri bilimlerinin düşüşüne şahitlik ettiğimizi söyleyen Braidotti’ye göre eril korkular tek bir insan tipini var kılmaya çalışmak için durmadan tetiklenir. “Karmaşıklığı reddederek farklı insanların ekolojik felaketlerin sonucunda ödediği çevresel, toplumsal ve ekonomik bedeller arasındaki farklılaşmayı kabul etmekte de başarısız olurlar.” (s. 110) Derbentçi bu şablona iyi bir örnektir, avladığı hayvanları Latince isimleriyle anarak yaşamın anlamını boşaltır, böylece birkaç harfe indirgediği canlıları çatır çutur yer ve yedirir, yedirdikçe soylu konuklarının gözlerine girdiğini düşünür. Moy’u sofradan kovmasının sebebi de bu durumla ilgilidir, Moy hayatın sesini duymuştur bir kere: “Neyse ki Moy, kitaptaki hayvanların isimlerini asla ezberleyemedi. Sadece sesleri, her resimden onu içeri çağıran ötüşleri, horultuları, çığlık ve ıslıkları duydu. Bir hayvanın ismi sorulduğunda yüzünü onun resmine iyice yaklaştırıp bir süre öylece durup bakıyor, sonra yabanıl bir çığlıkla karşılık veriyordu.” (s. 24) Erilliğin hüküm sürdüğü dünyada istenmeyen bir kaynağın bilgisini taşımaktadır Moy, bulunduğu yerden hemen sürülür ve gürültüden nihayet kurtulur, insan eseri kakofoni kulaklarını daha fazla tırmalamayacaktır ama yokyerin atmosferini tam anlamıyla sarsacaktır en sonda.

Doğayı mahvetmenin türlü biçimleri vardır, Şuri iyi bilir bunu. Zifte bulandığı körfezden yokyere gelmiştir de kanatları hâlâ petrole bulanıktır Şuri’nin, Moy’un içindeki can olması ve düşüşüyle ortaya çıkması canların değil de tenlerin öldüğünü gösterir zira tek bir bütünün parçaları o bütünden ve parçalarından hiçbir koşulda bağımsız değildir. Anlaşamamaları, aynı sesi paylaşmamaları mümkündür ama çaresi vardır onun da, Hagrin’in ağızlara tıktığı kil Moy’a ses verdiyse her can kendi titreşimini er geç bulacaktır. Aslında metnin tam olarak anlaşılabilmesi için şeyleri ayıran çizgileri düşünmemek lazım sanıyorum, yani kanatlar vardır, gagalar vardır ama geçici bir biçimdir, formdur bunlar, akış hiç tükenmediği için yaşamın sayısız aktarım türü olacaktır, mesela sonlara doğru karşımıza çıkacak ağacın önce bir ağaç, sonra hayvan gibi “davranması” ne ağaçlıkla ne hayvanlıkla ne de davranmakla ilgilidir, her şey yaşamın taşkın gücünün seviyesine göre anlam kazanır yokyerde. Hagrin henüz düşen Moy’a dünyasını anlatırken söyler: “‘Sudan henüz çıkmış değilsin ha Moy, epey kurumuş kocamışsın, dilersen hayvan, denersen bitki olabilirsin. Hayatta olmayı sormuştun, henüz yaşardığını görmedim ki bunu bileyim.’” (s. 34)

Gezgin’in böylesi bir hikâyeyi anlatmak için daha insan dışı bir iletişim şekline başvurmak istediğini düşünmek hoşuma gidiyor açıkçası, bu çok belirgin çünkü. Charles Foster’ın Hayvan Olmak‘ta söylediği bir şeyi hatırlıyorum: hayvan olunamaz. Evet. Foster haftalarca bir su samuru gibi yaşayabilir, tilki gibi avlanabilir, hayvanların bütün davranışlarını yerine getirebilir ama söylediği gibi onların dünyasını asla alımlayamaz. Gezgin’in kurgusunda Ay yaralıdır ve yara bir anlamdır, tilkiye göre Ay nedir? Yokyerin yakınından Dilbaz’ın at arabaları geçtiğinde Moy gürültüyü duyar ve başka hiçbir şeyi duymaz olur, aynı sorundan kentlerde yaşayan kuşların da mustarip olduğu malum. Tüm bu ses kirliliği içinde, nasıl bir cehennemde yaşamaya çalıştıklarını, sürekli duydukları sesin çıldırtıcılığını düşününce canlıların rahatı için tüm uygarlığı değiştirmeyi hayal etmeyelim mi? YerKuşAğı‘nı okurken en çok bunu düşündüm.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!