Küçük insanlarını büyüklü küçüklü dertlerle sınıyor Yalçın, içinden kömür katarlarının geçtiği kentinin kapkaralığında parıltılar, sönmeye yakın. Kent kara, maden daha kara, insan zaten yeterince çekerken hayvanların da az çekmemesi: “Kara Katır”. Çok insan bir katır, rahatsız edici ölçüde insan, kendi doğasının öne çıktığı bölümler nefes aldırsa da gerisi kömür ocağında mahpusluk. Makinelerin giremediği zor yerlerde katırlar çalışırmış ocaklarda, bayramların dışında açık havaya çıkamaz, doğadan yoksun kalırmış, Yalçın’ın düştüğü not. Eski bir ocak işçisi de Tanrı’ya yakarıyor, hiçbir canlıyı ocak katırı yapmaması için. Bir tanesi ocağın ağzında duruyor, arkasına tekmeler tokatlar yağıyor ama o karanlığa girmek istemiyor katır, genç ve dinç bacaklarıyla direniyor titrerken. İçindeki ses atalarının direncine tutunmasını söylüyor, dışındaki ses artık ocağın malı olduğunu, içeri girmesi gerektiğini söylüyor, eski sahibi dövmekten yorulunca yalvarmaya başlıyor. Faydasız. “Korkunç acılar, bitmeyen çalışmalar ve doğanın inanılmaz sertlikleriyle çitilenmiş o coşkun ve köpüren gücü gizemli bir ıssızlığın içinde dinleniyor gibiydi; binlerce yıl öncesini, binlerce yıl sonrasını içiyle görüyor, gelmiş ve gelecek sonsuz sayıda katırın sesini yüreğinde duyuyordu: ‘Ne yap yap, karanlığa girme!’” (s. 43) Kalabalık toplanır, hayvanın eski sahibinin gözyaşlarını görünce vagon-çekiciye bağlarlar hayvanı, sürükleye sürükleye içeri sokarlar. Yenilmişse de inadı kırılmamıştır, dışarıdaymış gibi yaşar hayvan, içerideki katırlarla konuştuğu zaman yılmayacağını söyler. Hayır, tavsiye ettikleri gibi uyum sağlamayacaktır. “Milyonlarca yıl önce bulutlar gibi gemsiz, eyersiz, yularsız dolaşan atalarının sesiydi belki de bu, öyle düşündü. ‘İçime bir ışık gibi dökülen bu ses susar mı bir gün?’ diye sordu kendine.” (s. 47) Dayak yer, kalın iplerle bağlanır, ışığı solsa da tamamen yitmez. Bacağı kırıldığı zaman yitirecektir onu da, iş gördüren madencinin “ters ol” komutunu duymadığı için yokuş aşağı salınan kömür yüklü arabaya kaptırır bacağını. En son gözleri ölecektir, nihayet görebildiği güneşe bütün içiyle bakar, ayağı kırık hayvanlara ne yapılırsa o yapılırken ait olduğu yerdedir artık. Kederi aşırı ağır bir öykü, “Altın Kartal” bu yönden daha dengeli. YAŞLI ADAM -adı neden haykırıyor bilmem- yağmurların altında ALTIN KARTAL’ıyla birlikte beklemektedir, hayvanın uçuşuyla bir derinlik sarhoşluğuna kapılmayı özlediği için yağmurun dinmesini belki ölene dek bekleyecektir. Kuşunun kanatlarını siler, fazla yaklaşanlara uzak durmalarını, gagalanabileceklerini söyler, nihayet kuşun uçtuğunu görür. Soylu hayvanın endamı göz alıcıdır, adam niyet çektirmek için paçavra gibi kullanmak istemez de kuşun nesini ne yapacaktır, yabani yakınlığı kazanca dönüştürmek istememesine rağmen yokluğun dayatmasına karşı çıkamaz. Ölüm de sokulmaktadır yavaştan, adam kirden ağırlaşmış yatağına her girdiğinde ertesi gün kalkamayabileceğini aklından çıkarmaz, bir de gökyüzünün ipleriyle oynayan dostunu. “Kedinin Ölümü” ezasız, burucu. “Uzaklaşmak istediğimiz ne varsa, yani yaşadığımız günlerin kiri, oturduğumuz kentin gün günden çekilmez oluşu, doğadan az az sürgün edilişimiz, en yakınlarımızın en uzaklığı ya da yokluğu; dahası, yaşamın kendi özünden fışkıran ince ya da ağır hüzünler, değil kediye, köpeğe, kuşa, utangaç bir saksı çiçeğine bile tutkuyla bağlanmamıza neden olabiliyor ve bundan mutluluk duyuyoruz.” (s. 31) Kedi böylesi bir arınmanın en güzel yolu belki, insan-dışının bütün cürufundan ayrı bir var oluş denkliği. Ölüyor tabii, anlatıcı bu ölüm sürecini anlatıyor. Kedinin dolanmayı sevdiği yerler, uzandığı kanepeler, kazdığı bahçe, her şey biraz daha hafif ve yasak, sanki oralara gidilmez ve o eşyalarla bir şey yapılmazmış gibi.
İnsanlar. “Düş Sokağı” o kömür kentinden bir öykü, çocukluğun ve gençliğin -artık- titreyen görüntülerini gözlerinin önünde yenilemeye, uyandırmaya çalışan anlatıcı yıllar sonra dönmüştür memleketine, sokakları hatırladığı gibi kurmaya çalışırken yağmurların yıllar sonra hâlâ dinmediğini fark edince aklına hemen o gizemli kadın gelir. “Düş Sokağı adını taktığım bu sokağın boşluğuna, ıssızlığına koşuyordu çürümüş kadınlar, görüyordum. Gülünç, yoksul giysileri; yorgun, sönük bakışlarıyla aynıydılar hep; yanıyordum görünce.” (s. 9) Kadınların “yüreklerini oyan şey” anlatıcının Alıcıkuş adını taktığı polis arabası, sokağa ne zaman girse kadınları yaralı bir hayvan gibi ulutan, kaçıran araba alıp götürür başörtülü bir kadını, kedileri doyuran o kadın ansızın ortadan kaybolur ve yaşamöyküsünü de birlikte götürür, biraz da bu eksikliktir anlatıcının kendi ailesini hatırlamasını sağlayan. Kasabanın tozlu, ince çarşısında, küçücük bir dükkânda eskicilik yapan baba –Annem, Babam ve Ben‘deki baba bu muhtemelen, her şeyi tutuyor, Yalçın’ın metinlerindeki otobiyografik ögelerin izini sürmek ilginç olurdu- bir gün ansızın ölmüştür, bir kuşun ölümü kadar yumuşak bir ölüm. Sanki hikâyesini öyküye veya romana çevirecek insanları, nesneleri tekrar bulmaya çalışır anlatıcı, yaşarken küçük küçük ölenlerin kaydını tutmak ister. “Üşüten bir sessizlikle gelen Alıcıkuş’un avını kapıp gidişi, sokağın birden ölüşü, beklemekten bıkmış kedilerin sokaktan bir bir ayrılışları bambaşka bir yaşamöyküsü arıyorlardı sanki içimde artık.” (s. 12) Kitaba adını veren öykü -belki de tersi, biraz da tersi olsun- bir celladın, Çingene Amet’in ağzından dinlediğimiz. Sık sık güler bu Amet, kalbin yakınlarında bir yerleri oyan hikâyelerini anlatır da güler, dayak yediğini anlatıp güler, sandalyeye tekmeyi bastığında güler, en sonunda yine güler ve hüngür hüngür ağlamaya başlar. Büyük Soytarı‘daki karakter böyle, etrafını mizah halesiyle ışıldatmak ister de aşağılanır ya sürekli, komikliği zayıflık olarak görüldüğü için şamar üzerine şamar yer, Amet de aynı tarifeden görür bütün gaddarlığı. Üçe kadar gitmiştir okula, ayrımcılıkla karşılaşınca sinkaf edip bırakır ama önce iyi bir sopa yer, sınıfta bir şey araklanınca hop Amet, yaramazlık yapılmışsa vay Amet, yallah eve. “Tophane’de, hortlağı soksan korkar, öyle bir evin dip katında, hamallarla tek papele düzüşen anama etmişimdir gözcülük, enselemesinler diye aynasızlar. Gördüm mü bir aynasız, çalardım ıslık böyle: füüüüt. Enselemişlerdir ama bir gün anamı; fena marizlemişlerdir çok, kanatmışlardır etcağızlarını; köpek gibi ağlamışımdır ben upuzun yatıp yerlere.” (s. 14) Peder vardır ama erken çıkar sahneden, bir gün ölüsünü eve getirmişlerdir at arabasıyla. Kamyon çarpmış ama çarpmamış, belli, marizlemişler, artık anayla bir başına Amet. Askere gidene kadar eziyet, orada bir eşitlik ki başka yerde emsali yok, terhis zamanı komutanının dediğini unutamamış Amet, insan olduğunu komutanı söyleyene kadar bilmemiş. Herkes gibi Amet de insan. Öyle hissedebilse bir de. Döndüğü zaman yine yokluk, oradan oraya savrulmalar, en sonunda kapısına dayanan polisin ricasını yerine getirmekten başka çaresi kalmıyor. Sağlam bir para, üzerine büyük veya küçük bir şişe, ne zıkkımsa, işi cellatlık. Darbe olmuş, asılacaklar var, bir tekmede iş tamam. Çeşit çeşit insan, suçlusu ayrı, devrimcisi ayrı. Biri üzülmemesini söylemiş, attığı tekme aslında bir başkasının, yukarıdakilerin suçu her şey. Bir röportaj mı bu, içini birine mi döküyor Amet, kimle konuşuyorsa ondan da duymak istiyor ne olduğunu. Kimlikten önce nelik, belirsizlik oradan başlıyor. “Bakma öyle suratıma a be, ben de insanımdır, n’olmuştur yani? Sen insansındır, ben de insanımdır. Değil miyimdir yoksa ha? Değil miyimdir yoksa ben insan? Söyle hadi, değil miyimdir? Susarsın ha? Yani öyle bi bakarsın ki değilimdir insan sanki ben. Haklısındır tabii, değilimdir. Değilimdir ben bi bok!” (s. 22)
“Boksör”, “Fotoğraflarda Kalmak”, diğer öyküler, topu da sanki minyatür roman, yani Yalçın’ın romanları zaten pek yoğundur da öykücesi daha bir.
Cevap yaz