“Kaçak” bölümündeki öykülerin insanları özgürlüğün, ekmeğin peşindedir, “Salıncaklar Geri Gelir”de iki muhtemel devrimci özgürce yürümenin tadını çıkarırlar. Gizden ne düşürebilirsek, yoksa sessiz ve esintisiz yaz gecesi, yakamozlar, balıkçı sandalları ve salıncaklar sadece manzaradan bilinmemeli, gelip geçen polislerin yarattığı belli belirsiz tedirginliği de katmalı. Yürürler, polis minibüsü ileriden dönüp ikinciye gelir, şöyle bir bakar polisler, gece vakti alsalar alırlar ama bizimkileri tehlikesiz bulurlar ki olay çıkarmadan giderler. İki arkadaş, biri “yihuu” diye bağırır olur olmaz, ne diye bağırdığını bilmesek daha iyi belki, belki başka türlü bağırsa. Salıncağa binen kolan vurmaya başlar, diğeri eğlenerek izler, sonra zincirinden çekip yavaşlatır. Kısa tartışma, devrimciler de salıncaktan uçar gibi uçmuşlar. Göze parmak, daha bir gizcesi lazım. Sokağa çıkma yasağına bir saat kaldığını söylüyor biri, dönüşte yalıların arasındaki boşluklardan denize sapmıyorlar, özgürlük için o ödünü verirler. Kısacık öykü, sakladıklarıyla kısacık çünkü anlatsa anlatır, yoğunluğu mahveder, gösterilenin espası daralır. Böyle iyi. “Kaçak” öykü bu kez, başka bir memlekete giden adam kalfa ilanını görünce atölyeye iniyor, ustayla konuşuyor. İpuçlarını yakalayacağız, adamın ellerinde hiçbir iz yok, elleriyle kazanmıyor hayatını, usta biraz muhabbetten sonra konuyu oraya getiriyor. Para kazanmak istiyorsa anlaşılır da kalfa lazım, üç beş kuruş biriktirdikten sonra gidecek biri değil. Hani yer arıyorsa kalmak için tamam, usta yardımcı olacak ama o da değil, akrabaları arkadaşları yardımcı olacak adama. İş güç bahsinde üniversite diyor, bitirememiş muhtemelen, marangoz çıraklığı yaptığı için işten anlıyor ama tehlikeli, tekinsiz, kaçak işte. Diyalogda gerilimi bir vermiş Yaşar, iki tarafın da söylemediklerini çatmış hikâye olarak. İyi. “Telsiz” en açık öykü olabilir, nakliye dünyasına içeriden bakış. Anlatıcı iş ararken “şipşirin” patronlu bir firma buluyor, fabrikada işçiler arasında çalışmaktan farkı yok çünkü her an iletişim halinde şoförlerle. Fabrikadan yükü alan iki tır gidip geliyor, gidenin yolluğunu ve dönenin hesabını anlatıcı kesiyor, Hiciz rampasının hikâyelerini dinlemek de fazladan. En eğlenceli kısmı o, otobüsle geçmesi kolay da şoförlerin dediğine göre yirmi tonluk tırı otuz beş tonluk yükle rampadan çıkarmak başlı başına serüven. Şoförlerin her biri ayrı dünya, kimi yollarda eşini araya araya kazancını yiyor, kimi hayallerine kavuşmak için para biriktiriyor, ortam renkli. Patron telsiz alıyor bir gün, başka firmanın kanalına girip goy goy, şoförlerle muhabbet derken işin tadı tuzu kalmıyor çünkü rampada çevirme mi var, yolda ilginç bir şey mi yaşandı, hemen geliyor haberi. Telsizle konuşurken söylenenler tekrarlanıyor, “tamam”lı bitiş, hikâyelere yer kalmıyor tabii. Kamyonlardan birine atlayan anlatıcı yolun da keyfini alamıyor sonra, rampaya yaklaştığında inip otobüslerden birine atlayarak geri dönüyor, işini bırakmayacak ama şoförlerin dönüşteki muhabbetlerini özleyecek. Çayı da, yeni alınan makine çayı hızlı yapıyor ama eski tadını vermiyor. Doğrudan varmıyoruz buraya, anlatıcıyla patronun, şoförlerin sohbetleri, anlatıcının iç monologları derken karman çorman. İyi. “Saat” kırsaldan kente göçüp iş kuran evladın feodal yapıyı sürdürme çabası, işçilerin mesai bitince gitmeleriyle yükselen kızgınlık, bir de “aile yadigârı” Dursun Efendi’nin işçilere uyup kırsaldaki gibi uysal davranmaması, değişimin sembolü haline gelmesi, bu da iyi öykü. Aynı üslup: kesitler, diyaloglar, karakterlerin davranışlarını davranış kadar yorumlamaca, tutmuş. Bir “Ocakçının Röportajı” sırıtıyor herhalde, “Kaç para ulan bir flüt!?” diye bağırmadığı kalıyor akşamcının. Restoran tasviri, çalışanların zor yaşamına şöyle bir bakış, ardından gazeteci teybi alamayan adamın hüznü. Aldı mı çalışanlarla konuşacak, kaydedecek, kendisi gazeteci olmadığı için doğrudan yayımlayamaz ama arkadaşları söz vermişler, iyi bir şey çıkarırsa gazetelerin kapısı açık. Koftiden üzüntü var ortamda, adam restoranda çalışanlara üzülürken çalışanlar ayak uydurup üzülüyorlar, adam sallana sallana çıkarken arkasından “artist” diye çakıyorlar lafı. Eh, ortam güzel de karakterin sıkıntısı dandik. Sonraki öykülerde anlatım iyice açılıyor, söylenen söylenmeyenin yerini alıyor, klasik anlatı boğmaya başlıyor yani. “Bir Sabah Güneşle” nam öyküden örnek: “Çalışanları işlerine taşıyan Boğaz vapurlarını bilir misiniz? Buruk bir mutluluk doludur içleri. Neden buruk? Bana öyle gelir. Her sabah aynı vapurlar aynı yolcuları aynı iskelelerden alıp, aynı iskelelerde bırakarak işlerine götürürler.” (s. 45) Bu öykü değil artık bana, anlatı gevezeliği. İşçilerin hep aynı güne uyanmaları, aynı işlere gidip aynı evlere dönmeleri, evet, öyküce söylenirse iyi ama böylesi dümdüz. Hikâye de sıradan, anlatıcı İbrahim’i görüyor, mahalleden eski arkadaş, birlikte büyümüşler de yollar ayrılmış, okulun bahçesinde geçirilen anların, başka çocuklarla edilen kavgaların anıları canlanıyor karşılaştıklarında. Murat hâlâ okuyormuş, biri öyle okuyormuş ki doktora yapıyormuş falan. Telefonlar alınıp veriliyor, İbrahim’in dediği güzel: “İnsan insana lazım olur.”
“Dışarda Kar Vardı” ikinci bölüm, niteliğin düşüşü besbelli. “Kâkülüm” bir önceki öyküyle aynı, anlatıcı bir giyim toptancısında çalışıyormuş on beş yirmi yıl önce, Kâkülüm’le oradan arkadaşlar. Kızların peşinde koşuyormuş o avanak, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyormuş anlatıcıyla, sonra yollar ayrılmış. Yıllar sonra karşılaş, hoşbeş, birlikte kalkıyorlar masadan da Kâkülüm yan masadaki kızları görünce gitmekten vazgeçiyor, eski alışkanlık. Dilde hareketlilik yok, hikâyede bir şey yok. İşçinin dünyası yine önde: “Patronlar, zamanla örülü köprülerden, sınavlardan geçmemiş çalışanlarına anahtar vermediklerinden, ellerinde poğaça, kürt böreği paketleriyle çömezler, kıdemlileri gelsin de kapılarını açsın diye her sabah han girişlerinde bekleşirler, ya da erken açılmış dükkânlarda çene çalarlardı.” (s. 51) Aile saadeti bir sonraki öyküde, iki çocuklu çiftin sabah keyfi kurumla dolu. Sobayı temizlemeden kahvaltıya oturmuyor baba, eşiyle birlikte borularla uğraşırken çocuklar dünyayı tanımaya çalışıyorlar, kurumun ve ölümün ne olduğunu anlayacaklar. Kadın uyarıyor çocuklarını, borular zamanında temizlenmezse yangın çıkar da yanarlar, adam dumanın geri basacağını söyleyince paparayı yiyor çünkü yangın daha korkutucu, öyle söylese ya. Yaşar seyirlik sunuyor artık, biraz kapasa Carver’ın öykülerini andıracak yazdıkları, kapamıyor. “Kıyıda” pansiyona gelip kafa dinlemeye çalışan kavgacı çiftin çocuklarıyla, birbirleriyle, kahvaltıyla mücadelesi. Atışıyorlar ama kopmamışlar, en sonda görüyoruz, sevgi tamamen ölmemiş. Ölmeye yakın.
Ayırmaya da gerek yokmuş aslında, öyküler homojen artık. “İnce ve Güzel” son bölüm, buradaki öykülerin öncekilerden farkı yok. “Buluşma”da yıllar sonra favori mekanına giden anlatıcının Dayı’yı sormasıyla açılan geçmiş paravanı, tarihin rustik yoğuşmasından doğan ocakbaşı hüznü? Dayı tey nerelerden göçüp gelmiş, oğullarını okutup büyütmüş, birini Amerika’ya göndermiş de yıllar boyunca aynı masadan kalkmamış, gündüz de gelip içermiş. Bir gün anlatıcıyı davet etmiş masasına, ilkmiş, ağır abi olduğu için kimseyi çağırmazmış aslında. İyice yaşlanmış da memleketi Elazığ’a gidip gelmeye başlamış, büyük şehirde yaşamazken memleketinin kayısılarıyla yaşamayı öğrenmiş. “Konuşma” iyi bu bölümde, işçi sınıfından iki ailenin akşam ziyareti. Halil’le abisi İsmail’in işi gücü, eşini döven Halil’e yengesinin arada derede çıkışması, İsmail’in sessizliği ve grevler, yorgunluklar, televizyon, çocukların gürültüsünden kurtulma derdi. Yaşar atmosferi çok iyi yaratıyor, insanlarına ikna ediyor ama öykünün başkaca ögesine yüklenmiyor. Fazlasını aramayana iyidir, ben arıyorum, bana vasat. İlk bölümdeki öyküler başarılı ama, okunmalı.
Cevap yaz