1963’te Kadıköy Aramyan Okulu’ndan Yetişenler Derneği tarafından basılan kitaptaki on yedi öyküden onu var bu kitapta, keşke diğer yedi öykü de basılsaymış.
Hampartsum Gelenyan (Hamasdeğ) 1895’te, Harput’un 6 kilometre güneyinde Ermenilerin ve Türklerin birlikte yaşadığı Perçenç/Perçenk nam -adı sonradan Akçakiraz olmuş- köyde doğuyor, kendi köyündeki Surp Nışan okulunda ilk eğitimini alıyor, sonra Elazığ’daki Getronagan Okulu’ndan 1911’de mezun oluyor, civar köylerde iki yıl öğretmenlik yapıyor, ardından babasının telkinine uyarak çoğu Harputlu gibi ABD’ye göçüyor. Ben çok merak ederdim bu ABD’ye göç dalgasını, kim düştüyse sağ olsun, bir dipnotta bölgeye gelip okullar açan ABD’li misyonerlerin etkisiyle Amerikan İç Savaşı’ndan sonra uygun ortamın oluşması sonucu başlayan göç dalgası anlatılmış. Gurbetçiler ABD’den mektup ve para yollarlarmış. Bir iki öyküde geçiyor bu mevzu, hatta bir öyküde geçmişini anımsayan bir karakterin dalgınlığından İngilizce söylenen sözcüklerle çıkması finali oluşturuyor. Bu öykülerde daha çok köylerdeki yaşamları ele alıyor Hamasdeğ, belki başka metinlerinde soykırımı da anlatmıştır ama burada hiç değinmiyor, realist bir anlatımla insanlarının yaşadığı Anadolu’yu, gördüğü köyleri ele alıyor. Kitabın sonuna birkaç fotoğraf eklenmiş, Ermeni köylerini görebilirsiniz. Neyse, Columbia ve Harvard’da misafir öğrenci olarak derslere katılıyor, New York’ta ünlü Ermeni yazar Şirvanzade’yle karşılaşıyor, 1930’da Paris’te Avedig İsahagyan’la karşılaşıyor, bu olaylar yazarlığında dönüm noktaları. 1922-1970 yılları arasında Boston’da yayımlanan bir dergide taşraya ve ABD’de yaşayan Ermenilere dair öyküleri ve yazıları yayımlanıyor, doğumunun yetmişinci ve edebi yaşamının ellinci yılını kutlamak için ABD’de ve Kanada’da törenler düzenleniyor, Los Angeles’taki törende konuşma yaparken kalp krizi geçirerek yaşamını yitiriyor, ne acı. Öykülerini şu sözleri çok güzel özetliyor aslında: “‘Aradan geçen yarım yüzyıla köyümüzün ruhsal haritası, yolları ve kutsanmış insanları sindi ve ben onların hâlâ orada olduğuna inanıyorum. Kâgir kiliseleri, değirmenleri, köprüleri, özellikle okulu ve yüzyılların içinden gelen bir o kadar kutsanmış öğretmenleriyle tüm bunlar o kadar tanıdık ve bize özgü idi ki…’” (s. 9) Hamasdeğ’in öykülerinde gerçekliğin yapısı büyüleyici, renkli ve çarpıcı insanlar köy yaşamını hareketlendirir, hayırsız evlatlar ocakları yıkar, köyün köpekleri insanları gözleyip köyün sosyal yapısını çıkarır, kısacası rengârenk bir Anadolu belirir önümüzde. Karakterlerin tamamı Ermenidir, Ermeni geleneklerine sıklıkla yer verir Hamasdeğ, kilise seremonilerini ve bayram kutlamalarını büyük bir canlılıkla aktarır. İnsancıllık ön plandadır, karakterlerinin ruh hallerini sade, basit bir anlatımla işler. Saroyan havası vardır biraz. Belki diyalogları biraz başarısız bulunabilir, yerelliği aktarma konusunda karakterlerin konuşma biçimlerine olumsuz eleştiri getirilebilir ama son tahlilde başarılı öyküler yazmıştır, kısacası bu kitabı okursanız iyi öykülerle karşılaşırsınız.
Tersten gideyim, “Çalo” bir köpeğin gözünden köy yaşamını anlatır. Köyün Ay’ının kilisenin kubbesinden ayrılmadığı gecelerde Çalo bir uluma tutturur, uğursuzluk getireceğine inanıldığı için köylülerce hoştlanır ama seveni de vardır, Zakar Usta köydeki bir dulun ölüm haberini vermesi için Çalo’ya laf atar, dulu tedirgin eder. Birbirine saran insanların hikâyesi bu biraz, küçük bir dünyanın eğlence devşirmeye çalışan insanlarını tanırız. Çalo diğer köpeklerle birlikte dolanmaz pek, kasaptan alacağını aldığında meydanda durur, keçileri dikizler. Zaman geçer, Kotanlar’ın rençberleri öküzleri dışarı çıkarır, güneş doğar, zangoç köyü çan sesiyle doldurur, günlük yaşam detaylarıyla aktarılır. En sonunda dünya değişmeye başlar, Çalo’ya verilen yiyecekler kesilir, insanlar ekmek derdine düşünce Çalo bir başına kalır. Sevgisiz bir dünyada barınması zorlaşır, bir de sopa yer üstüne, sakatlanır, tüyleri dökülür, insanlardan uzak durmaya başlar ama kendisini döven insanların mahsulünü hırsızlardan kurtarmaya çalışır yine de, vurularak öldürülür. Yaşam koşullarının zorlaşması, köylerin hali, Çalo’nun kaderi.
“Kurban Gar Amu idi” köyün delisi Gar Amu hakkında bir öyküdür. Halikarnas Balıkçısı’nın ve Hasan Ali Toptaş’ın delisinin prototipi gibidir, bağırır, dağları taşları inletir. “Çıkık elmacık kemikleri, aşınmış çenesi, engebeli suratıyla Ermenistan dağlarını ve vadilerini anımsatırdı.” (s. 112) Yorulmak bilmez, tepelerde gezinir, ekin zamanı kulübesine tüner, buğdayların boy atmasını bekler. Doğanın bir uzantısı gibi. Kahvede hikâye anlatmasını isteyenlere yaşamının önemli anlarını anlatır, kahvedekilerin alaylarını umursamaz. Bir gece rüyasında kendini kocaman bir gemide bulur, köyündeki sesleri gemide de işitir, ta ki acele etmesini söyleyen patronun sesini ve çarkların, makinelerin gürültüsünü duyana kadar. Fabrikada parçalanmış bir vücuttur artık, köyünün anılarıyla birlikte yaşamı da kaybolur.
“Güvercinler”, tarlası toprağı sağlam bir ailenin güvercinlere saran oğlu hakkındadır. Köyün güvercin besleyenleri Mano ve Ağacan köylülerce sevilmezler, meczup gibi bütün gün güvercinlerin peşinde dönüp dururlar, kendilerine hayırları yoktur, elalemi de serserilikleriyle korkuturlar. Torik Ovan bu tiplerden uzak durur, bağına bahçesine bakar, üç oğlunu, gelinlerini ve eşini geçindirir. Oğlu Haçig bu güvercincilerle dost olana kadar tabii, Haçig birkaç güvercin edinmek için mahsulden sağlam bir miktar çalar, babasının ve annesinin uyarılarını dinlemez, işten güçten elini eteğini çeker ve güvercinlerden başka bir şey düşünemez hale gelir. En sonunda belasını bulur, Mano’nun bıçağıyla yaşama veda eder, ailesini yasa boğar. Ailenin yıkılışı, karakterlerin değişimi, yerleşimin tasvirleri çok başarılı, şahane bir öykü.
“Çoban Dağı’nın masalı” var, nefis. Dağ yamaçlarındaki iris çiçeklerini toplamaya çıkan, baharın gülümsemesini görmek isteyen tayfa kırlara çıkar, bir tilkinin izlerini takip etmeye başlarlar. Güzelliği kesin şimdi: “Yağmur sularının birikip gölet oluşturduğu çukura eğilmiş, sonra da tepeye tırmanmış. Belki de tepede,yapayalnız oturup civar köyden duyulan horoz seslerine kulak vermiş ve de gökyüzündeki yıldızları koklamıştır, kim bilir?” (s. 30) Yolda bir keçi çobanıyla karşılaşırlar, çoban hayvanlarını zapt etmeye çalışırken haykırır, haykırışlarla böldüğü bir masal anlatmaya başlar. Etrafındaki güzellikleri takdir etmeyen bir çoban hakkındadır bu masal, çoban kör gibi yaşamaktadır, bu durum Tanrı’yı kızdırır ve çobanın yaşadığı toprakları kuraklıkla sınamasına yol açar. Çoban hatasını anlar, bolluk bereket geri gelirse kurban kesmeye söz verir. Sular akmaya, toprak yeşermeye başlayınca çoban koyunlardan birini alır, tam kesecekken hayvanın gözlerine bakar ve bıçağını indirir, Tanrı’ya rahmet istemediğini haykırır. Taşa döner tabii, silleyi yer. Masalı dinleyenler etraftaki kayaları incelemeye, taşa dönmüş çobanı bulmaya çalışırlar, masalı anlatan çobanın haykırışlarıyla öykü sona erer. Kitaptaki en iyi, güzel öykü bu olabilir.
Son bir tane. “Miço” yaramaz bir çocuğun hikâyesi. Hırsızlık, edepsizlik, terbiyesizlik Miço’dan sorulur. Okula yollarlar, hocayı ifrit eder, yine serseriliğe başlar. Komşularından birinin kızına âşık olur, Lusig’le kaçma hayalleri kurar ama kızın anası Miço’yu iyi bildiği için ne zaman görüşseler kızını döver, Miço’ya söver. En sonunda kız, Miço’yla konuşmamaya başlar, oğlan da iyice azıtır. Anası artık eve almaz Miço’yu herkes gibi o da yaka silkmeye başlar. Miço ahırlarda yaşamaya başlar, hacıların yanında takılır bir süre, güvercin çaldığı bir gün tuzaklardan birine takılır ve oracıkta can verir. Köylüler üzülür, anası feryat figan ağlar, bir anlığına herkesin merhametini kazanır Miço, ardından gelen salgın hastalıkla birlikte de hafızalardan yavaş yavaş silinir. Bence. Salgın olayı öykünün başında, Miço’nun annesinin bu salgında öldüğünü öğreniyoruz, sanki Miço’nun hikâyesi unutulmasın diye yazılmış gibidir bu öykü.
Beş öykü daha var, onlar da başarılı. Anadolu’yu bir de böyle görün isterim, Hamasdeğ kaybolan bir kültürün, zamanın insanlarını yaşatıyor.
Cevap yaz