Kırk yedi yıl sonra dönüyorlar. Haydarpaşa’dan kalkacak treni uğurlamaya gelen kimse olmadığına göre eskinin ayrılıkları yok, gidişler gelişler kanıksanmış, karşıcılığın coşkusu da tuhaf bir yalnızlığa dönüşmüş. Doğu Ekspresi değilmiş o zamanlar trenin adı, anlatıcının adı Halûk değilmiş, savaş nedeniyle boşaltılmış İstanbul nasıl bir şehirmiş kim bilir, geceler karartma altındayken ülkenin öbür ucuna giden çekirdek aile telaşlı çünkü bilinmeyene gidiyorlar, sınıra. İki yolculuk iç içe geçiyor hikâyede, “Afşin”in “Halûk”a dönüşümünü görüyoruz, bir de Cumhuriyet’in hâlâ ulaşamadığı toprakları. İlk bölümler Bekir Yıldız’ın Harran‘ını andırıyor: trenin geçtiği yerlerden memleket manzaraları, insanların yoklukla mücadeleleri, doğanın camlardan içeri girmeye çalışan elleri. Eski evlerin arasından geçiyorlar, herhalde Yeldeğirmeni. Koca apartmanların arasından, Göztepe. Bostancı’dan sonra İstanbul, medeniyet bitiyor, kırsalın kokusu doluyor içeri. Yıl 1989, çocukluğunu subay baba ve öğretmen anneyle birlikte Anadolu’yu gezerek tüketen adam ne yaşadığının muhasebesini yapıyor ister istemez, acaba İstanbulmerkezci Türk aydınının Anadolu karşısındaki korkusunu mu yaşıyor kırlara baktığı zaman, gar lokantasının ayyaş mekânı haline gelmesinde payı ne, yolculuk boyunca. “Doğu Ekspresi tam vaktinde kalktı bu gece. Belki de daha çok ara istansyonlardan bindiğimizden, çocukluğumun trenleri gep gecikmeli olurdu. İstasyonların pis bekleme salonlarında bavulların ve denklerin üzerinde uyuklayan perişan yolcular geliyor gözümün önüne. Haydarpaşa’da onlara rastlamadık. Belki ilerde bir yerlerde, bitmiş bir oyundan artakalmış bir sahne gibi, bizi bekliyorlar.” (s. 11) İstikamet Ağrı Dağı, daha doğrusu kaynak, Subay Mehmet’in gençliği. İlk yolculuk 1942’nin yazında, Afşin’le abisi Selçuk boğmaca kapmışlar Bursa’da bir tanıdığın çocuğundan, kompartıman inliyor. Biraz çay içiyorlar, ilaç yok, Mehmet gelini Belgin’e anlatıyor yıllar sonra: Sivas’a yaklaştıklarında durum ağırlaşmış, ağzından kan gelmiş çocuğun, Mehmet ümidi kesip çocuğunun ömrünü o kadar bilmiş artık, Allah’ın takdiri. İyileşmiş ama, büyüyüp okuduğumuz metni yazmış işte, ölümden dönmenin bedeli.
İzmit’e geliyorlar, rafinerilerden petrol kokusu, derelerden pislik kokusu. Acapulco’daki gibiymiş, kıyı şeridini dolduran çok katlı binalardan, turistik fabrikalardan turizm cennetine dönüşen şehrin hemen arkasında yoksulluk var, koca yapılarla gizlenmiş. Octavio Paz’ın söylediği maske, Meksikalının gülümsemesi sırf Meksikalıları kapsamıyor, maskenin altından cılk yaralar akıyor körfeze, İzmit öylesine kirli. Terk edilmiş sanayi kentlerinin kokusu da yayılıyormuş, insanlar mutlu mu? “İkisi birbirine yama yama karışmış sanki, Latin Amerika türü maskeli bir yoksullukla, 19. yüzyıl türü hoyrat bir sanayileşme… Sol tarafımızdaki tepelere mantar gibi gecekondu dolduran köylüler… Sağ yanımız boşalıyor birden, İzmir Körfezi’nin kıyısından ilerliyoruz. Karşı kıyı ışıl ışıl, Gölcük, Değirmendere, Karamürsel… Eskihisar’ı geçtik mi acaba?” (s. 15) 1965’te iki arkadaşıyla pırıl pırıl sularında yüzmüş anlatıcı, yazlıkçılar gelmemiş, işçiler yokmuş, köylüler işlerinin başında, insanın olmadığı bir yerde üryan giriyorlar da artık girilmez, zehirli. Her şey çok hızlı olmuş, hafif sanayiden ağır sanayiye geçiş, madencilik gelişmiş, kalkınmanın ve bağımsızlaşmanın tek yolunun bu olduğu düşünülürmüş. O kadar ki çevreyi mevreyi sallayan olmamış başlarda, 1968’de Amerika’daki hareketlerin tam kalbindeymiş anlatıcı, kapitalizmin kurtuluşu çevrecilik gibi hareketleri başlatarak aradığını söyleyen doktriner sol dergilere göre sanayileşme yavaşlamamalıymış, tuzakmış o görüşler, ne fikir! Batı’daki sanayileşme Doğu’daki çocukların hastalıktan ölmemelerini sağlayacakmış bizde de, öyle yorumluyormuş bazı sol dalgalar, anlatıcı da onlardan biri muhtemelen. Camdan bakınca yanılgısını görüyor. Doğayı savunmak gericilik mi, saf bir romantizm mi, daha konuşmaya başlamadan saldırmış sermaye oralara, daha da evlere şenlik: “Doğa duygumuzun bu kadar az gelişmiş olması göçebeliğimizden kalma bir miras mıydı? Yoksa, köylülüğümüzden kalma bir ufuksuzluk mu?” (s. 17) Düpedüz bilinçli körlük aslında, itiraf gibi bir pasaj. Karaköy geliyor sonrasında, Bursa’ya bağlı bir kasaba artık, anlatıcının çocukluğundaki kaptıkaçtılar, altı saatte gidilen yakınlıklar yok, eski halini hatırlayan kimse kalmamıştır. İnönü Savaşları’nın yapıldığı ova, Sakarya Meydan Muharebesi, ardından Eskişehir’de üç saatlik rötar. Gecikmenin nedenini kimse bilmiyor, yol boyunca saatlerce bekleyip susuz da kalacaklar, yemek vagonu kâr getirmediği için kapatılmış. Baba sık sık alıyor eline sazı, açıklamalar yapıyor: Mustafa Kemal Paşa harbin yirminci gününde Fevzi Çakmak’a geri çekilmeyi önermiş, bir gece daha kalmalarını söylemiş Çakmak, sonra Yunanların çekildiğini görmüşler. Bursa’nın işgali sırasında Rumlar Venizelos’u şenlik içinde karşılarlarken iki yıl sonra “Zito Kemal!” diye bağırmak zorunda kalmışlar. Ankara’ya geliyorlar bu hikâyelerle, gerisi yokuş aşağı, bir zamanların son durağı Yahşihan. Doğu cephelerine asker gönderilmesini engellemek için daha fazla demiryolu döşenmesini engellemiş Ruslar, asker daha cepheye varamadan telef oluyormuş. Erzurum’un ötesine kadar yol döşemek Cumhuriyet’in başarısıymış. Öteye geçiyorlar, kırmızı kiremitli evler ve basma perdeli pencereler var bir süre, köylerde televizyon antenleri, ardından yokluk başlıyor. Ağrı nerede, daha uzakta, Erciyes’e zor varmışlar. “Himmetdede imiş. Hatırlıyorum tabii: İsmet Paşa’nın Kayseri’ye sokulmasını engellemek için trenin durdulduğu istasyon. 27 Mayıs askeri müdahalesine doğru koşar adım gidişin önemli duraklarından biri. O yılların gazetelerinden resimler geliyor gözlerimin önüne. İnönü’nün treni burada bekletilmişti. Vali, vagona çıkarak, İnönü’ye Kayseri’ye giremeyeceğini söylemiş, yılların siyaset kurdu uzatılan yazılı emri yırtıp atmıştı. Bu sırada vagona çıkan subaylar İsmet Paşa’nın elini öpüyor ve ona saygılarını sunuyorlardı.” (s. 27)
Otobüs seferiyle birlikte bambaşka bir hikâye başlıyor artık, demografik yapı değişiyor, otobüsteki tek kadın olan Belgin huzursuz oluyor ama Kürtler saygılıdır kadınlara, öyledir herhalde, emin olamıyorlar. Ey, sonra turistlerin davranışlarından alınacak anlatıcı, sessiz sessiz Kürtçe konuşmalarından işkillenmeyecek mi? Aksaklıklar besbelli, anlatıcı ülkenin aydınlık yanını temsil ediyor, baba daha tutucu, roller böyle biçilmiş ama iki karakter de tutucu aslında. Bir gün kalıyor dağı görmeye, birkaç saat, nihayet: “Ararat’ı ilk görüşün yol açtığı bu kendinden geçme duygusundan hiçbir yolcu kurtulamaz. Birçoğu bundan en unutulmaz anılarından biri olarak söz eder.” (s. 46) Ermeniler güneşin batışını göstermeyen dağa özlemle bakarlarmış, şimdi aramaya üşendim de Ermeni bir yazarın romanında yazıyordu, dünyanın neresine giderlerse gitsinler Ermeniler koca dağı yanlarında, yüreklerinde götürürler. Dağın geçmişi mitolojiye kazılı, dinler tarihinde yeri büyük, yazar uzun uzun anlatıyor. Azizler mi çıkmamış tepesine, Tanrı’yla anlaşma yapmak zorunda mı kalmamışlar çıkmak için, uyandıklarında kendilerini tepeden eteklere indirilmiş olarak mı bulmamışlar, bir dünya hikâye. Biraz uzun tutulmuş bu fasıl zira tanrıların arabalarının silecekleri falan karışmış metne, birileri Nuh’la ilgili bir şeyler yazmışlar, gemiyi mi ne bulmuşlar da bizimkiler Kuran’dan aldıkları bölümlerle desteklemişler iddiayı, kulak asmamalı buralara. Benim için Ağrı Dağı’yla Nuh konusunda yazılmış en önemli metin Barnes’ın meşhur romanı, aşk için ayrılan buçukluk bölümün ötesinde berisinde araştırmacıların hayatlarının aşkla darmaduman olması ne kurgulanmıştı!
Sanıyorum bir Mehmet’le eşi Muhlise’nin hikâyesi uyarlanmış sinemaya, biraz da değiştirilmiş, yoksa metindeki hikâye genç bir subayla öğretmen eşinin Doğu’daki yaşamlarını başından sonuna içeriyor, eşin kaybolduğu falan yok yani. Anlatılanlar Güzin Özyağcılar’ın anılarındakiyle çok benzer, Mehmet’le Özyağcılar’ın subay babasını iyi dostlar olarak çizdim hayalimde. Haksızlığa uğramalarına rağmen vatanlarına bağlılıkları bir an olsun çözülmeyen, kaçakçılara zerre yüz vermeyen, yokluklar içinde güzelliği yaşatmaya çalışan genç subaylar, genç memurlar, Anadolu’nun kalbinde büyüyen çocuklar. Hoş.
Okunmalı, izlenmeli.
Cevap yaz