İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan hegemonyası başlamış, tazecik cumhuriyetiyle ne yapacağını bilemeyen İzlanda hemen yörüngeye oturmuştur, Amerikalılar başkanlarla, müdürlerle davetten davete koşarken anlaşmalar yapıp ülkeyi cukcuklamaya başlarlar. Bildiğimiz hikâye, politikacılar yemin üzerine yemin edip ülkeyi satmayacaklarını söylerler, satarlar sonra, atom enerjisinin kopardığı ödleri bir yana komünistlerin şerrinden korkarlar, ne şerleri olacaksa, ayrıca ceplerini doldurmak da isterler, bu yüzden önlerine geleni imzalarlar. İzlanda bir atom durağı olacak, diğer duraklarla bağlantıyı sağlayacaktır. Tüketim alışkanlıklarının değişiminden politikacıların yozlaşmasına dek pek çok açıdan görürüz bu çürümeyi, Laxness’in mizahını da görürüz, Danimarka’dan naaşı -kalıntıları?- getirilen kurucu babanın konserve kutularına “doldurulması” hayretle karşılanır, büyük saygısızlık, hiçbir şey yapılamaz çünkü Danimarka’nın egemenliğinden kalan korkular geçmemiştir henüz. Kimsenin tadını kaçırmak istemez kodamanlar, ne olduysa hasıraltı edip ekmeklerine bakarlar. Bunlardan birinin evine hizmetçi olarak giren Ugla’nın gözlerinden izleyeceğiz hikâyeyi, Nordland’lı bu köylü kızın sınıf mücadelesine adım adım yaklaşmasıyla ülkenin uçuruma yuvarlanması paralel ilerleyecek, böylece bir yanda umudun yükselişini, diğer yanda amuda kalkmanın inceliklerini göreceğiz çünkü spor. Evet, Ugla “baykuş” demektir, bu kuş türü bilindiği üzere oldukça saygılı ve düşüncelidir, kafaya taktı mı geceler boyu düşünür durur, tuhaf sesiyle cümle âleme duyurur düşündüklerini. Ugla zırcahil değildir, sezgileri kuvvetli, öğrenmeye açık bir gençtir, mesela org çalmayı öğrenmek ister, çalışmaya başladığı evin büyük kızını Chopin çalarken görünce arzusu alevlenir, sonuçta oraya kilisenin orgunu çalmak için gelmiştir. Öğrenecek vakti bulamayacaktır çünkü ülkenin ve ailenin hızlı zamanlarına denk gelmiştir, hıza kapılıp yaşamın orta yerinde koşturmaya başlayacaktır o da, tanıştığı insanların serüvenlerine iştirak edecek, ailenin bıçkın çocuklarını belalardan korumaya çalışacak, birini komünist arkadaşlarının inine dahi götürecektir. Mutluluk, mutsuzluk, aşk, hiçbiri onun kodlarında yer almaz, aşk kentlilerin icat ettiği bir hassasiyet oyunudur, doğada yabanın güzelliği hissedilir en fazla. Bildungsroman ögelerine rastlayacağız ara ara, Ugla büyürken aşkı keşfedecek, siyasi fikirleri oluşacaktır, tabii kırsalın sosyal niteliklerini de unutmayıp istediğince yaşamaya devam edecektir. Burjuva ahlakına bodoslamadan daldığı için yiyeceği azarın haddi hesabı olmayacak, hatta hanımefendi tarafından kapının önüne konacak ama görür görmez âşık olduğu Bui Arland kurtaracak Ugla’yı, kızın kendi kararıyla evden ayrıldığı âna kadar koltuk çıkacak. Ticaretten köşeyi dönen bürokrat tipinin karşılığıdır Arland, okumayı sever, zekidir, zengindir. “Hayır, o hükümetle yakın akraba; ben ise tanrıya kilise yaptırmak isteyen, ama atlarını açıkta bırakan yaşlı Falur’un kızı; o, porselenden, ben ise balçıktan yapılmış olsam da hiç korkmuyorum ondan.” (s. 15) Kontrolünü hiçbir zaman kaybetmez Ugla, yakınlaşmaları bir tür ilişkiye döndüğü zaman bile sarsılmaz karakterini dayatacak, çocuk bakım evlerinin meclisten geçerek açılmasına önayak olacaktır. Uzunca bir zamana yayılan hikâyenin orasından burasından toplumsal meseleler pörtler, bu onlardan biri. Arland’ın eşi, H. diyelim, bu tür evlerin aile yapısını bozacağını, tam bir komünistlik olduğunu düşünür çünkü aile kurmadan çocuk yapmak ne demektir, tam bir ayaktakımı, komünist, beş para etmez insan işidir, üstelik vergilerin çarçur edilmesi yerine daha faydalı işler yapılabilir. Hem Ugla’nın hem de H.’nin büyük kızının hamile kalması bu olayda dolaylı bir rol oynar, daha doğrusu Arland her ne kadar kapitalizmin baş uşaklarından olsa da kadınların zor yaşamlarına kayıtsız değildir, kariyerini riske atsa da kanunu geçirip en azından bir bakım evi açtırır. Önemli bir kademe olarak görelim bunu, ailesinin dağılmaya yüz tutmasının ardından Arland daha fazla tutmaz kendini, Ugla’ya Patagonya’ya gitme teklifinde bulunur, her şey sil baştan. Ada bütün savunmasızlığıyla geride kalacaktır, komünist arkadaşlarına veda edecektir Ugla, ederse. Bavulunu toplar, atom şairi nam dostunun şiirini dinler, romana noktayı koyar da buraya bu kadar hızlı gelmeyecektik, biraz geriye gidip ailenin arızalarına, oradan Ugla’nın arkadaşlarına bakalım. Arland’ın komünizmle alıp veremediği yoktur aslında, kapitalizmin önünde sonunda paldır küldür devrileceğini, komünizmin denenmesinde bir sakınca olmadığını söyler, servetinden vazgeçeceğinin belirtilerini gösterir. Ugla’yı adama yaklaştıran budur biraz da, kendisindeki değişim emaresinin benzeri. Çocuklardan birinde de vardır bu, gerçi o serüven olarak görmektedir komünistlerin işlerini. Beladır, hayvanları öldürmekten sıkılınca o şenlikli ortama girmek ister, Ugla çocuğu alıp komünist karargâhı diye arkadaşlarının eğlendiği mekana götürür. Akıllı kız, pratik zekâsıyla çoğu dertten kurtulmayı bilir, mesela H.’nin kışkırtmalarına doğrudan karşılık vermez. Kızın çok okursa komünist olacağını söyleyen, saçlarını inek sidiğiyle yıkadığını sanan H. için ortası yoktur, kişi ya üst sınıftandır ya da balçıktan, geçişkenlikten bahsedilemez. Ugla geldiği yeri hiçbir zaman unutmadığı için H.’nin söyledikleriyle kendi konumunu belirler, kırsalın zar zor besleyebildiği, babasının hayvanları sayesinde karnını doyurabilen basit biridir aslında, ne ki basitliğin huzurunu, koşulların bağlamında doğruluğunu bildiği için dert etmeyecektir önceki yaşamını. Takıldığı tayfadan incelikli bir haytayla birlikte olup hamile kaldığında evden ayrılacak, babasının yanına dönecektir, yaşamının o bölümünde din ve devlet işlerine bir pencere: Ugla’nın babası o civara yapılacak kilise için insanüstü bir çaba harcar, din yoluyla sömürenlere karşıdır, Tanrı’nın evsiz kalmasına da karşıdır. Rahibin ilginç görüşü aslında ortak paydayı da ortaya koyar, Tanrı’nın her şeyine inanmakla birlikte esas İzlanda’nın toprağına, ağacına, kısacası doğasına inanmaktadır rahip, bir nevi paganizm soslu Hıristiyanlık yani. Bu romanın yazılmasından elli küsur yıl sonra Zaman ve Suya Dair‘de meselenin nereye vardığını görünce üzülmemek elde değil, hani bir umut, doğa katline engel olabilecek insanlar yeterince güçlüdür, engel olurlar diye düşünüyoruz, sonra Magnason’un metninde korkulan her şeyin gerçekleştiğine şahit olmak kalp kırıcı. Ada parsel parsel satılmış, yollar yapılmış, doğal alanlar küçülmüş, üretim ve tüketim çılgınlığı küçücük toprağı ele geçirmiş, yakınlarda kurtuluş umudu da yok. Bir avuç insan var romanda zaten, Arland’ın değişimi koca topluluğu değiştirmeye yetmeyecek, rahibin fikirleri sayfalarda kalacak. Yine de insanların denediklerini bileceğiz, Ugla’nın gücünden dayanak bulabiliriz.
Biçime değinip bitireceğim. Laxness metni bölümlere ayırıp her bir bölüme isim üfürmüş, mevzuları bu bölümde gerek müstakil gerek bakışımlı olarak işlemiştir, bir bölümde ailenin büyük kızının yaşadığı cinsel macera ve acı sonu görürüz sırf. Yazarın büyüklüğünün pek çok örneği var da bu bölümdeki zirve noktası olabilir. Ugla ve kız önce boğuşurlar, sonra dertleşmeye başlarlar, hamilelik iyice yaklaşmalarını sağlar. Arland kızının derdini anlayıp hemen bir doktor ayarlar, çocuğu aldırır. İşlem sonrasında Ugla’yla ilk kez konuşan kız, vücuduna sokulan demir bir şey tarafından öldürüldüğünü, kapta kanlı bir şey durduğunu söyler. Kap? Nasıl bir kap? Emaye bir kap. Şimdi bu diyaloğun kısalığı zaten etkiyi yükseltiyor, bunun yanında sorulan soru ve sorunun cevabı acayip bir incelik içeriyor: Ugla gerçekten şaşırmış da diyecek bir şey bulamamış olabilir, kabın niteliğini merak etmiş olabilir, ileride yaşayacaklarının detaylarını öğrenmek istemiş olabilir, belki de ihtimallerin hepsi bu iki sorucuğa tıkışmıştır. Kızın cevabı da aynı meşrepten, hani çöp muhabbet gibi görünüyor ama varacağı derinlik okurun sezgisine bağlı aslında, böyle pek çok diyalog ve olay var.
Aile romanı, dönem romanı, genç bir kızın gelişiminin romanı, karışık ve başarılı. On numara beş yıldız roman, tekrar basılmalı. Denk gelen kaçırmasın.
Cevap yaz