Valla iyiymiş de gençler pek okumuyorlarmış, o kısım biraz eksik kalmış. Yazmaktan çok okumak gerektiğini söylüyor Uşaklıgil, bu da olursa yeni nesil bomba gibi geliyormuş. Ömer Seyfettin’in, Yakup Kadri’nin metinleri iyiymiş, daha da pek çok genç varmış ama bir zamandan sonra isimler yok röportajlarda, Uşaklıgil’in unuttukları, aklına getiremedikleri darılıyorlarmış, kızıyorlarmış, gazetelere yazılar döşüyorlarmış, eyvah. Yeni nesil iyiymiş genel olarak, bunu anlıyoruz da eleştiri geldiği zaman, biraz da edepsizce gömüyor Uşaklıgil’i yeni yetmelerden biri, yazar yapıştırıyor veletlerde pek bir numara olmadığını, yeni şiirlerin okunamadığını falan, yıllar boyunca fısıltı halinde söylediğini haykırıyor bu kez. En büyük münekkidi yine kendisi, Muallim Naci’nin alayla karışık eleştirisinden sonra ilk dönemlerde yazdığı metinleri ortaya çıkarmayıp bazılarını yakmış Uşaklıgil, Mai ve Siyah‘ı hemen hemen bütün yazılarında kayırsa da ömrünün sonlarına doğru verdiği bir röportajda hiçbir şey yazmamış olmayı diliyor, istediği seviyelere ulaşamamış çünkü, bir de eleştirilince kayış kopuyor besbelli. Yenilerle ilgili bir başka yorum: “Eğer bugün hikâye yazanlar mücbir bir saik altında acele etmeseler içlerinde pek büyük kabiliyetler keşfediyorum. Sade kabiliyetler değil, onların fiilî âsârını da görüyorum. Fakat maatteessüf bizde yazı hayatı, yazıcıları müsterih ve müreffeh bir ömre mazhar etmekten uzak kaldıkça bu kabiliyetlerin kendilerinden memul olan âsârı verebilmelerine çok zaman intizar etmek lazım gelecek.” (s. 202) Müreffeh bir yaşam mümkün değil, Uşaklıgil bile yaşlılığına kadar kazandığı paranın orta-üst sınıf bir memurun yıllık maaşından fazlasını tutmayacağını söylüyor, yazılarından para istemiyor üstelik. Ahmet Cemil’in geçim derdini hatırlayalım, gudik işlerde çalışmak zorunda kalmasa o yüce metnini yazabilir, adını arşa çıkarabilirdi, olmadı, üstelik tam karşıdan yiyor eleştiriyi. Uşaklıgil’i burada buluruz, başka metinlerinde yaşamının önemli kişilerini de buluruz, bazılarını söyler ama burada bir eleştiriden tepetaklak olan, geçinememekten dert yanan genci bir dönemin insanı olarak görmenin yanında, işte, matbuat işlerine bulaşmış, parasızlıktan çekenleri ailesinin işi gereği yakından görmüş yazarı da çekip çıkarırız. Kendisi yokluk çekmemiştir Uşaklıgil’in, zengin bir ailenin çocuğudur, on iki yaşına kadar İstanbul’da okuduktan sonra ailesiyle birlikte memleketi İzmir’e dönmüş, eğitimine orada devam etmiştir. Yabancı dilleri öğrenmesi için hoca tutulmuştur, iyi bir eğitim alması için okulun hası seçilmiştir, genç yaşta da on numara işlerde -erkenden çalışmaya başlamasının gerekçelerine hiç değinmez, babası yönlendirmiştir sanıyorum- bir müddet takıldıktan sonra üniversite hocalığına atlamıştır. Yeşilköy’de yaptırdığı evini sırf maaşından arttırdıklarıyla dikmemiştir sanıyorum, bütün gün tavuklarıyla uğraşması, canı sıkılınca evde aşağı yukarı dolanması, haftanın üç günü trene atlayıp Beyoğlu’nda sinemalara gitmesi, gönlünce takılması alın terinin yanında miras, büyük ölçüde. Yokluğu da biliyor ama, muhtemelen babasının yanında çalışan adamlardan. Anılarını okumadan yazıyorum bunları, belki orada değinmiştir, bakmak lazım. Bu kitapta anketlere verdiği cevapları, röportajları falan derlemişler, Erol Gökşen şimdiye kadar bulunan yazıların topunu derlediğini, yeni yazılar çıkarsa genişletilmiş baskıya koyacağını söylüyor. Çıksın tabii, Serdar Soydan bir sene önce yazdığı eleştirisinde Nahid Sırrı Örik’in yazılarının tamamına ulaşılamadığı için Everest’in bastığı versiyonların eksik olduğunu söylüyordu da okurun var olana ulaşması iyidir, eksiği gediği sonradan kaparız. Kim ne bulduysa bassın, beklerken yıllar geçiyor, kusursuzluk isteyen cennete falan gitsin? Yok, depolarda çürümeye terk edilen belgeler de gün yüzü görür bir gün, sıkıntısız versiyonu da alırız. Alırım, Örik’i çok seviyorum çünkü. Kıskançlık neydi öyle. Mesela.
Fransızcayı öğrenir öğrenmez okuldan bir hocasının yardımıyla Fransızca metinler edinmiş Uşaklıgil, etkilendiği yazarların yanına Bergson’u da koyunca düşünsel altyapısı ortaya çıkıyor. Mensur şiirleri eh, ilk düzyazı denemeleri eh, İzmir’de yazdığı öykülerden ziyade İstanbul’a geldikten sonra yazdıklarının öne çıktığını söylüyor, Uşaklıgil’in en sevdiği öyküsü “Alık Hamdi”, eskilerden de “Mösyö Kanguru”yu beğeniyor. “Küçük hikâye” bunlar, romana gençliğinde “hikâye” diyor, o zamanlar daha tam oturmamış. Edebiyat-ı Cedide’nin düzyazı kanadında Uşaklıgil öne çıkıyor da bilinçli bir çıkış değil bu, yazdıklarından ötürü vitrine fırlatılmış adeta. Mehmet Rauf’un hayranlığını biliyoruz, Hüseyin Cahit de sağlam etkilenmiş Uşaklıgil’den, yeteneği gören sıraya girmiş. Cenap Şahabettin’le Tevfik Fikret arasında kalsa da Fikret’in coşkusunu, Cenap’ın sesini çok sevdiğini söylüyor yazar, Tevfik Fikret’i gizliden zirveye çıkardığını bilmemesi mümkün değil. İki şair birbirlerini övmeden duramazlarmış bu arada, ikisi de diğerinin en büyük olduğunu söylermiş. II. Abdülhamid’den ne çektiklerini biliyoruz, Uşaklıgil azıcık ucuz kurtarmış ama Sanskritçe mevzusu yüzünden sağlam bir papara yemiş, o zamanlar ilgili kurumun başındaki paşanın takdiriyle kurtulmuş ezadan. Nemide‘nin dinî kaygılarla falan sansürlenmesi yüzünden eleği sıkı tutmuş baştan itibaren, bir daha aynı sıkıntıları yaşamamak için titizlenmiş, üstelik yakmış ilk romanını. Yazıları gazetelerde yayımlanmış başta, sıra öykülere gelince Recaizade’nin dikkatini çekmiş. Anlattığına göre karşılaştıkları zaman Lö Ekrem kısa zaman önce yayımlanan bir öyküyü Fransızcadan çevirip çevirmediğini sormuş Uşaklıgil’e, çocuğu kırdığını görünce çok iyi bir öykü yazdığını söylemiş, almış gönlünü. Onca metni Ekrem’e borçluyuz, yazar öyle söylüyor. İzmir’de kaleme aldığı yazılar, öyküler yüzünden millî olmamakla suçlanması ilginç, kaynağın tamamen dışarıdan geldiğini söyleyenler iyi bir sarsmışlar Uşaklıgil’i, Muallim Naci’nin saldırısı fena. Ali Kemal’inki de öyle, bir metnin intihal olduğunu söyleyince arıza çıkmış. İlgili metinle kendi metni arasında benzerlikler bulunabileceğini söylüyor Uşaklıgil, yine de konu bakımından hiçbir metnin orijinal olamayacağını, başka da hiçbir benzerliğin olmadığını açıklıyor yıllar sonra. Millî olmamak da biraz şey, yani sayfalar boyunca düşünüyor yazar, bu ne demek? “‘Technique’ zeminindeki teşebbüsler olsa olsa sanatın bir istihale devresine işarettir: Divan edebiyatı, Tanzimat edebiyatına, bu da Edebiyat-ı Cedide’ye, Fecr-i Âti’ye, son neslin edebiyatına intikal ederken geçirdikleri istihale devirleri gibi. Ve bunların hiçbiri Türk kaynağından doğmuş olmak temel taşını kaybetmemişlerdir, hepsinin mecmuudur ki Türk millî edebiyatının muhtelif devrelere ait eşkâl ile yekûnunu teşkil eder.” (s. 233) Neyini nasıl eylersen eyle, kaynak kendini açık eder, Uşaklıgil’in görüşü. Çağların zinciridir zaten, dünyayı dolaşır, bir uçtan diğer uca çılink diye takılır da yeni halkayı ekleyiverir. Latife Tekin’in Márquez’den ses aldığı metni var başta, dünyanın bir ucundan diğerine, çok kısa zamanda. Nasıl yani, değil mi? Aziz Efendi’nin hayal dünyası da kaçbin gecenin ürünü değil miymiş, eh, bari bir teftiş encümeni tecessüm etsin de metinleri şöyle bir kurcalasın, yeterli millîliğe ulaşamayanları atıversin çöpe. Erdal Öz’ün Feyyaz Kayacan’la ilgili yorumu ne dandiktir öyle, ben o metinlerde kendimi buluyorum da Öz neyi nasıl bulamıyor, hani beni Türklükten azat etmiş sayılır da Türk değilim zaten, ben tam olarak neyden azat oluyorum ve Feyyaz Kayacan’ı anlayınca ne olmuyorum. Bunlar çok karışık işler, en iyisini Öz bilmiş zamanında.
Yunanca, Latince eğitimi, edebiyatımızda birtakım dalgalar, şunlar bunlar derken zamanının hemen her bahsine değiniyor Uşaklıgil, bu on numara beş yıldız derlemeyi gönül birliğimizi aktaran bir alıntıyla bitiriyorum: “Pek fena bir âdetim var ki âdeta bir illet hâlini aldı. Ne kadar fena yazılmış olursa olsun bir eseri okumaya başladım mı mutlaka bitirmeden bırakamıyorum. Hatta şimdi elimde bir kitap var. Büyük sayfalı, gayet sıkı metinli, 800 küsur sayfadan müteşekkil koca bir kitap. Bu 800 sayfanın hiç olmazsa 600’ü fazla. Mamafih bir satırını bile feda etmeden, âdeta kendi kendine işkenceler yapan dervişler gibi bunu okumaya tahammül ediyorum…” (s. 239)
Cevap yaz