1962’den sonra gazetelere bir şey yazmayan Taner sessizliğini bozuyor, dostu Abdi İpekçi’nin ısrarlarıyla Milliyet‘te haftalık yazılar yazmaya başlıyor, yıl 1975. “Köprümüz” ilk yazı. Boğaziçi Köprüsü o zamanlar yeni sayılır, Taner’in bindiği minibüs Köprü’nün tam ortasında arıza yapınca yazılık malzeme çıkıyor. Gelip geçerken manzara güzel, durup bakınca daha güzel. 1955’lerde ünlü bir profesörü gezdirmiş Taner, profesör şehrin güzelliklerine hayran ola ola kendini kaybetmiş, şaşkına dönmüş. Taner bu anıyı hatırlatıyor, ekliyor: “Kırk yıldır, evet tam kırk yıldır Kadıköy vapuru ile her gün iki öğün kıta değiştirir dururum, bir gün olsun övünmek aklımın köşesinden geçmedi.” (s. 5) Bugünkü halini görmedi iyi ki. O zamanlar şehrin silueti bozulacak diye korkanlar olmuşsa da Taner’e göre uyum olabildiğince mükemmel, otellerin zevksizliği daha kötü. Mitolojiye gidiyor Taner, Zeus’la İo’nun hikâyesine değiniyor, Darius’un gemileri yan yana dizip 700 bin kişilik ordusunu karşı kıyıya geçirdiğini söylüyor. Abdülhamid’in veto ettiği Hamidiye Köprüsü yapılsaymış ilk köprü unvanını alacakmış, padişah kulelere saklanacak vatan hainlerinin bir fenalık yapma ihtimallerinden korkmuş. Taner köprünün kulelerine bakıyor, ilk zamanlarda ayakların sağlam oturmadığı söylenmişse de eski cumhurbaşkanı kulelere çıkınca herkesin içi rahatlamış, Taner tatlı tatlı matrak geçiyor. İlk kim geçecek muhabbeti de olay olmuş bir dönem, bu şeref Zeki Müren’in mi, Alain Delon’un mu olsun bilememişler. Teftiş bahanesiyle sıkıyönetim kabinesinin imar bakanı geçivermiş. Gerisi Taner’den, çok hoş: “İşçiler bu işe kıs kıs gülmüş olsalar gerek. Çünkü onların her biri inşaat sırasında, iki kıta arasında, hem de günde beş on defa mekik dokumuşlardır. Meçhul Askerin kaderi. O yapar, parsayı başkası toplar.” (s. 8) Denemenin ortası öykü, öykünün ortası deneme, Taner’in bu kitaptaki yazıları türler arasındaki çizgileri ortadan kaldırıyor adeta. Neyse, Taner insanlar arasındaki köprüyü dile bağlıyor, kopuk adalar gibi kalmamak için sosyal ilişkilerin güçlenmesi gerektiğinden bahsediyor, yavanlaştırdığı yazıyı bitiriyor böylece. Son bölüm hariç pek eğlenceli, sohbet adeta. “Kültür Politikası” ikinci. O dönemki yeni hükümetten kültür politikası saptamasını isteyen sanatçılar Ecevit’ten olumlu cevap alıyorlar, Ecevit’in şairliğine güvenleri boşa çıkmıyor. Kültür politikasından devam ediyor Taner, Fransa’nın Kültür Bakanı Andre Malraux yakın tarihten bir başka sanatçı diplomat. İlk Kültür Bakanlığı Polonya’da kurulmuş, Fransa’dakinden on beş yıl önce. Antik Yunan’da da kültür politikaları var, şenliklerdeki tragedya yarışmaları şehir devletlerini bir araya getirmenin yegane yolu. Kilise’nin himayesindeki sanatçılar, sonrasında hamilerin heykel, resim yaptırdığı sanatçılar yine kültür politikalarının eseri. Raymond Williams ve Terry Eagleton pek iyi anlatırlar bu geçişleri, Kültür nam metinlerine bakmalı. Başka, Nef’î’nin boğdurulması, Nedim’in gününü gün etmesi, boğdurulma olayından sorumlu paşadan bahşiş koparmak için Nef’î’yi yeren bir şiir yazarak ihya olan şairin fırsatçılığı. Güçlüye yanlamak. Gruplaşmak, gruplaşmayı inkar etmek günümüzde de ata sporu olarak varlığını sürdürüyor. Abdülhamit’e yanlayanlar da rahat ediyor, geri kalanı sürgünde. Atatürk kültür politikalarını kendi belirliyor, bu yüzden Reşit Galip’le papaz olmuşlar. Ahmed Rasim’e zor zamanlarda arka çıkmış Atatürk, İstanbul mebusluğu vererek son zamanlarını rahat geçirmesini sağlamış. Nâzım Hikmet’in asılması istenirken yine bir el, 835 Satır‘ın çalkantısı geçici olarak dinmiş. Sonrasında düşünce suçuna kadar giden süreç, kültür politikalarının iflası. Kavram yeni ama uygulamalar antik dönemlere kadar gidiyor kısaca. “Stadyomda Tiyatro” yazısında Muhsin Ertuğrul’un maçtan önce tiyatro izletme tasarısını ele alıyor Taner, sokaktaki adamı tiyatroya maruz bırakmaktan bahsediyor. Hemen itirazlar yükselmiş o dönem, kadın oyunculara laf atılacağı, erkek oyunculara küfredileceği söylenmiş. Maç izlemeye gelen adam maç izler, tiyatro “ukalalık” olduğu için çıngar çıkar orada. Eskiden de böyleymiş, Taner örnekler veriyor ama koşullar farklı biraz. Antik Yunan zamanında izleyenler ellerinde içkileri ve yemekleriyle yerlerini alır, oyunu sabote edecek şekilde bağırıp çağırırmış, hele yarışmalarda. Roma’da daha vahşi örnekler var, oyunlarda dökülen kanın tutulamayan haddi hesabı. Shakespeare döneminde seyirciler yine azıtıp gürültü çıkararak sahnede canlandırılan olaylara tepki gösterirlermiş. Bizimkiler Münih Olimpiyatları sırasında stadyumun dışına kurulan sahnelerden ilham almış biraz, orada seyirciler paşa gönüllerince izlemişler oyunları, sonra olimpiyatları takip etmişler. Bizde maçtan hemen önce tiyatro. Tutmadı herhalde, yaşama geçmedi bu proje. İnsanın iyi ki geçmedi diyesi geliyor. “Milleti Çocuk Yerine Koymak” güncelliğini koruyan bir yazı. Her dönemin iktidarı yediği herzeleri gizlemek istiyor, Osmanlı zamanındaki sansürler malum, İttihat ve Terakki zamanındaki cinayetler sabit, 1923 sonrasında da benzer eylemler var. Millete bir şey söylenmiyor, gerekirse milletin yararına yalan söylenebilir, bunu da yöneticiler belirler. “Yani millet rüştünü ispat etmemiş bir çocuktur. Biz onu kâh aldatıp, kâh korkutup, kâh okşayıp, kâh sindirip güderiz.” (s. 38) Devlet sırrı devleti oluşturan bireylerden gizlenebilir, bu sırrı araştıran gazeteciler vatan haini ilan edilerek hapse atılabilir, sıradan şeylerdir bunlar, milletin yararınadır üstelik. “Milleti çocuk saymak zihniyetinden yönetici kadrolar nasıl kurtulacak? Cevabını hemen verelim. Millet çocuk olmadığını ispat ettiği zaman.” (s. 39) İnsanlar başlarına bir iş gelmesin diye anılarını ölümlerinden yirmi yıl, otuz yıl sonra yayımlatıyorlar veya hiçbir şey yazmıyorlar. Memet Fuat’tı sanırım, bizde otobiyografi ve anı yazarlığının yaygınlaşmadığından dert yanıyordu. Sebebi anlaşılabilir, kimse kendini, ailesini yakmak istemiyor.
Kültür dünyamıza dair bir iki yazı var, kitaptaki en dikkat çeken yazılar. “Birikimsiz Uygarlık Olmaz” mesela. Kemal Tahir’in bir tespitiyle başlıyor, Batılı aydın bir birikimin üzerinde yükseliyor, çoktan araştırılmış mevzulara yenilerini eklemek için başlayacağı bir nokta, çalışabileceği kaynaklar var, biz hem bu kaynakları yaratmaya çalışıp hem de yükselmeye çalışıyoruz. Taner yirmi yıldır tiyatro dersi okuttuğunu, durumun tam da böyle olduğunu söylüyor, Ankara’daki hocalardan Özdemir Nutku, Metin And ve Sevda Şener de “kendi göbeklerini kendileri kesiyorlar”. Arşivciliğe değinerek birikime varmaya çalışıyor Taner, zamanında Prof. Dr. Franz Taeschner ünlü sanatçılarımızın ses kayıtlarını almak isteyince Taner o dönemin yaşlı ve genç sanatçılarına götürmüş profesörü, Yahya Kemal’den Refik Halid’e kadar pek çok sanatçıyla kayıtlar yapılmış. 1975’te o kayıtlar elimizde yok, hâlâ yok belki, ya profesörün çalıştığı üniversitenin arşivinde ya da terekede. İstanbul Radyosu’nun benzer bir girişimi olmuşsa da kayıtlar düzenli tutulmamış, bölük pörçük. Zamanın ünlü tiyatrocularının eşyaları da kayıpmış, Naşid’in sesli filminin bir buçuk dakikalık bölümünü Selim Naşit’ten alabilmiş Taner, o kayıt dışında başka bir şey yok. TRT Arşivi oldukça zengin, YouTube’a da yüklendi bir kısmı, umarım bozulanlar fazla değildir. Tiyatro müzesinin bahsi var sonra, bütün sanatçılardan aksesuarlar alınsa, şöyle güzel bir müze? Birikim çok ama icraat yok o zamana kadar, var mı böyle bir yer günümüzde? Varsa ne güzel.
Haftalık değerlendirmeler, Leonardo da Vinci’yle ilgili yazı hoş, Televizyona hapsedilmenin eleştirisi sıkı, Shakespeare’in ülkemizdeki ahvali bilgilendirici, sansürler can sıkıcı. Brecht’in ve Halden Taner’in oyunları bir iki şikayet yüzünden gösterimden kalkıyor ne yazık ki, dönemin valisine çıkışan Taner’in aldığı cevap içler acısı. Bütün yazılar okunası, Taner’in öyküleri kadar iyi yazılar. Okunmasını tavsiye ederim bu kitabın.
Cevap yaz