Gülhan Tuba Çelik’le okuştuk (?) ve öyküler üzerine konuşmak üzere sözleştik çünkü yazarak ifade edemiyorum kendimi, ağzım yüzüm elim kolum sürekli oynayıp fonetiği beslediği için öyleli bir hareket lazım. Bunu metinde canlandırmanın yolunu henüz bulamadım, konuşurken aynı anda hareketleri de gösteren iyi bir form bulursam tamam bu iş. Neyse, diyeceğim şudur ki olabildiğince objektifim ama şüphe doğar, normaldir, mesela aynı yayınevinden kitapları çıkmış insanların birbirleri hakkında yazdıkları yazıları okumuyorum, arkadaş olduğunu bildiklerimin aynı minvaldeki yazılarını okumuyorum, okumadıklarım böyle gidiyor çünkü eleştiri okumak istiyorum, bizim çiçekli bağlı bahçeli ortam da malum, o yazıları hasbelkader okuduğumda harcadığım zamana sinirleniyorum. Üzülme faslını çoktan geçtim, ömrü yarıladıktan sonra üzüntü kayıpla eş, meğer ki yeniliğe doğru meyil yitsin. Yani bu yazıyı okuyanların zamanını heba etmeyeceğim. Yine de temkin iyidir. Bilmem ben. Şehrin ve insanın yorgunluğunu bilirim, Çelik anlatır. Her öyküde en az iki inşa faaliyeti sarmallar oluşturarak sürer: İstanbul’un söylenceye dönüşmüş hali ortaya çıktığında anlatı zamanı ve anlatılan zaman yavaşlar, dükkânlarını terk etmek zorunda kalan Ermenilerin, unutulmaya mahkumsa da insanların yaşatmak için ellerinden geleni yaptıkları dinî mekanların, betonun ve asfaltın altında kaybolmuş yeşilliğin yasını ağır ağır tutarız. Öykülerde doğaya karşı hissedilen mahcubiyet, eksikliği hissedilen diğer ögelerin yol açtığı boşluğa ağır basar ki mantıklıdır, insanlar gelip geçer de incir ağaçları kalır: “Güçlüydüler, kendinden emin ve iddialı. Eski manastır bahçelerinde de sıkıştıkları apartmanların arasında da aynı vakarla dururlardı. Senden çok önce buradaydım, senden çok sonra da burada olacağım; der gibi bakarlardı insanın yüzüne. Şehrin esas sahipleri onlardı.” (s. 63) Canlı olduklarını hatırlatmalarına gerek yok, algısal alışkanlığı yıkmaları çok kolay, sırf varlıkları bile konuşmalarını mantığa bürür. Şimdi bulamadım ama Çelik’in bahsettiği şeylerden biri mutlu etmişti beni, diyelim ki deniz kıyısındayız ve Kınalıada’ya bakıyoruz çünkü Küçükyalı’nın tam karşısında kalıyor ve Küçükyalı’dayız çünkü deniz kıyısındaysak daha güzel bir yerde olamayız. Evet, dikildiğimiz yerin yüzlerce yıl önceki halini hayal edersek zamanın içinde bir noktaya dönüşmez miyiz? Filmde vardı, zaman makinesiyle geçmişe gidiyoruz, etrafımızdaki coğrafi şekiller değişiyor. Yüz milyon yıl önce suyun içinde veya tepenin zirvesinde olurdum, tabaka henüz çökmemişti. Çelik, karakterlerini sokaklarda dolandırırken devinim vasıtasıyla ortaya çıkan manzaraları betimlemelerle somutlar, bunun yanında akışı neredeyse durdurup zaman çizgisinde geriye doğru bir seyri mümkün kılarak şehrin yaşayan tarihine göz atmamızı sağlar. İnanç güzergâhı misal, Müslümanların ibadetlerini yerine getirdikleri bir yapının yüzlerce yıl önce Hıristiyanlarca, üstelik aynı huşuyla doldurulması hafızanın ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Ağaçlar ve tarihî yapılar muhafız gibi dikilirler insanların önünde, korudukları şehrin hikâyelerini hatırlatırlar. Odak tekrar gündelik yaşama döndüğünde anlatının hızı karakterin hızına denklenir, hikâye olağan akışına kavuşur, ta ki maziye başka bir pencereden bakana kadar. Burada anlatıcı tercihine dikkat etmeli, Çelik’in öykülerinde dolaysız söylem ve serbest dolaylı söylem arasındaki paslaşmaları ikili sarmalın olay örgüsünü ve karakterleri öne çıkaran kısmını kerteriz alarak fark edebiliriz. Diyaloglar serbest dolaylı anlatıcının aktarımıyla değil, doğrudan karakterlerin sesiyle verilir, bu durumda serbest dolaylı anlatıcı tamamen silinir ve anlatının kontrolü karaktere geçer. Zurnanın si dediği yerdir burası, anlatıcıdan anlatıcıya geçiş zor meşgale ama maharetle hallediliyor. Kademe kademe: Karakter konuşur, ardından düşünür, gözler, gördüğünü derdine ortak eder, bu sırada karakterin bilincini devralıp kendi bilincine katan serbest dolaylı anlatıcı daha kapsamlı bir hikâyeleştirme aşamasına geçer, uzamda paşa gönlünce gezmeye başlar. Dolaysız anlatıcıyı unutup karakteri konuşturduğu yok değildir, örneğin bir ilkokul çocuğuna aşırı didaktik cümleler yakıştırır. Devrilmeye yer aradığı da olur, arka arkaya beş devrik cümleyle akışı bozup zihni yorar ama iki yanına taktığı iki nazar boncuğudur bunlar, başkaca bir aksaması yoktur, öykülerin tamamında gürdür sesi, dinlenesidir. Eşzamanlılığa sıklıkla rastlamaya başladım metinlerde, düşünüyorum, bu öykülerin sesi de bütün biçimlerini, zamanlarını ve insanlarını bir arada tutmaya çalışan şehrin sesi mi? Doğayla iç içe geçmiş, doğadan koparılmış, adı defalarca değişse de kimliğini yitirmeye direnmiş, günümüzdeki çarpık şekli sayesinde/yüzünden kendine dışarıdan bakmayı ve kaybolanların kederinden ödünç aldığı sesle kendini anlatmayı başarabilmiş şehrin? Aşırı yoruma yanlamasıyla birlikte neredeyse retorik bir soru.
Birkaç öykü, birkaç karakter -dedim de, toplama bakınca romana ramak kalmış gibi. Konsept öykülerin romana çıkan bir yanı var, öyküler/bölümler büyük bir yapının parçalarıymış gibi de okunabilir. Parçaları oldukları gibi toplayınca öykü, bütünden daha fazlasını görmek istersek roman diyesiyim. Neyse, birkaç öykü, birkaç karakter: “Sınır”da Mecitbey Sokağı’na birdenbire gelen yazın evlerinden silkelediği insanları görürüz, sokağa daha mutlu çıkarlar, esnaf işinde gücünde. Şevket ikinci kattan tüm bu tantanayı izliyor, hikâyeden Senegalliler ve Türk Cumhuriyetlerinden gelen hastabakıcılar geçiyorlar, durumlarını sadece anılmalarıyla dahi sezebiliriz. Arada geçmişini öğreniriz Şevket’in, uzun yıllar Mevlanakapı’da, sur dibinde yaşadığı evlerden birinde geçen çocukluk anıları hâlâ canlıdır, ev devlet eliyle yıktırılınca silikleşmez. Yaşam biraz daha sıkıcı hale gelir anlaşıldığı kadarıyla, Şevket apartman dairesine mecbur kalmıştır, çalıştığı dükkândan erken çıkabildiği akşamlarda eski evinin civarında dolanır, kâğıt toplayıcılarını ve yükselen kara inşaatları ve asfalta gömülmüş çeşmeleri görür. Esma ayrı bir derttir, yandaki otobüs şirketinin yazıhanesinde çalışmaya başladığının ikinci gününde Şevket’in patronu dahil herkesle kaynaşan Esma nedir öyle, ne yaptığını bilir haliyle Şevket’in gönlüne bodoslamadan girer. “Bir dakika yalnız kalamaz, başına sürekli birilerini toplayıp cümbüş yaratırdı. İnsanlar arasındaki en temel fark ölümü sevenler ve yaşamı sevenler ayrımıydı. Esma yaşamı sevenlerin tarafındaydı.” (s. 13) Şevket kendi çizdiği sınırı o gün de aşamaz, kadının coşkusunu bir müddet daha izleyecektir. Öyküler belli başlı durumlardan ibarettir, bir şekilde toplumla veya kendisiyle uyum sağlayamayan karakterler zaman çizgisinin merkezine alınır, güncel sorunları dile getirilir, geriye doğru sık sık çekiştirilerek geçmişlerini de kapsayacak şekilde uzatılırlar. Uzayış, anlatım tekniği olarak doğrudan kullanılmıştır “Sadece”de, Halil’in sonda söyleyeceği şeyler öykünün ortalarında iki kez görünür ve Ayşe Apartmanı’yla Ayşe arasındaki bağı, Halil’in tek bir soruyla açılan muhafazasının içinden çıkan buruk geçmişi metnin çoğu yerine dağıtır. Travmatiktir Halil’in hayatı, annesinin kuru toprağın altında yatacak olmasına dayanamadığı için dualar okur, salavatlar çeker, nihayetinde annesinin adını taşıyan apartmandaki bir daireye yerleşir. Patron Ömer Bey belki de işyerine daha yakın bir yerde yaşamanın daha faydalı olacağını söyleyerek bütün tasayı kendinde toplar, plaza ortamındaki küçük kutuların sıkıntısına diğer tüm sıkıntılarını sığdıran Halil nerede yaşadığını ve neden orada yaşadığını söyleyerek noktayı koyar. Toplumun hemen her kesiminden insan var bu öykülerde, oyun bağımlısı canavar oğlunu bir başına büyütmeye çalışan anneyle aşk acısı çeken genç kadını sokaklar bağlar. Son olarak seslerden bahsetmeli, yine çoğu öyküde mevcut. Ambulans, siren, korna, akbil, çekirdek, ne varsa hepsi bir işgalci gibi kuşatmıştır şehri, insanı yaşadığı yere yabancılaştırmıştır. Alışkanlık. Her gün kulağımızı patlatan sesler varken ağaçları nasıl duyalım?
Sıkı, iyi kurgulanmış, hatırlanacak öyküler.
Cevap yaz