Üç bölümde dokuz öykü, her öyküde aynı anlatı denklemini kurup durmuyoruz ki güzel, sözcükler salınıp kurgunun mantığıyla imgenin serbestliğini dengeliyor ki on numara, gerçi taşmalar, poza varan eğretilemeler var ama yüz ekşitmiyor da bir iki kıvrım oluşturuyor belki gözün etrafında, olur öyle. Kıvılcım’a iyi bir öykücü derdim, öneri istense adı aklıma muhtemelen gelmezdi ama bahsi geçtiğinde, bir yerde adına denk geldiğimde saygıyla anardım, anarım. “Mecburi Avrupa Yolculuğu” ilk öykü, mecburiyet eksenindeki yer değiştirmelerin dökümü üzerinden insanımızın Avrupa’yı alımlama biçimi, alaylı. Hani madde madde sıralanmış şeyleri yapmadan ölmememiz gerektiğini söyleyen listeler var, Avrupa’yı gezmek o maddelerden biri de gezinin tozunun yaşama katacağı zenginliği nasıl edineceğini bilmeyen, sırf tüketime odaklanan insanlar için bu listeler satın alma envanteri olmaktan öteye geçmiyor, örneği buradadır: “Avrupa dünyanın merkeziydi o zamanlar. Kim için diye soracak olursanız çaydanlığın dışbükey yüzünde karşımıza çıkacak aile için. Kahramanımız çocukluğunu böyle hatırlıyor. Dağılan görüntülerle, parlak objelerin yüzündeki deforme yansımalarla ve ailesinin kanına girmiş Avrupa tutkusuyla.” (s. 3) On numara başlangıç, yansımalar eciş bücüş olsa da alımlayanın orada bulunma vazifesini yerine getirdiğinin kanıtı olarak karşımıza çıkar, koda dönüşür, zemindeki izimiz oraya uymadığımızı imleyecek kadar bozucuysa da izdir, yeterlidir. Sakin göl manzarası usandırır mesela, Alman gümüşü tepsiye eğilip tıkınacakları yiyeceklere bakan aile üyeleri mutsuzdur, üstelik Avrupa seyahati başlamamıştır henüz, benzer bir boşluğa orada da düşeceklerini bilmezler. Gerçi “Doğulu aile”nin yirmi yıl dirsek çürütüp bir kez olsun Avrupa’yı görememiş “Batılı” babası, Avrupa’yı üç bavul halinde memleketine götürme hayalleri kuran annesi büyüye kapılıp aralarındaki boşluğu genişletmeyi bırakıyorlar bir ara, huzursuzluğun kaynağına dair hiçbir şey yapmadıkları için kavga etmeyi sürdürüyorlar, kahramanımız gözlemlerine bunu da ekliyor. “Hatırlı misafirlere sunulacak bir ikram, ceviz büfelerin hantallığını örtecek alengirli aksesuarlar, komşu kadınları hasetten öldürecek alafranga elbiseler Avrupa.” (s. 6) Işıl ışıl nesnelerin yanında yiyecekler de görüntüden ibaret, kayısılar kabak tadı verdiği için kimse el sürmüyor, “Avrupa’ya el sürülmeden dönülecek”. Avrupa’dan kasıt sınırın ötesi olduğu için Romanya’da aranan Avrupa’ya ulaşılamamaktadır, daha sonra tekrar deneyecekler. Avrupa terbiyesi alan çocuklar, aileler bulundukları yerle uyum kurmaya çalışıyorlar ama öğrendikleri Avrupa’yla gördükleri bir değil, bizimkilerin katıldığı turdakiler de aynı şaşkınlığı yaşayıp dokundurmuyorlar, her şey çok güzel, eksikler bir bir gideriliyor. Ne var, Batılı babanın Batılı bir kadınla yaşadığı kaçamak Doğu’ya götürülecek bir medeniyet anısı, anneye göreyse ailenin parçalanmasını hızlandıran bir etken. Parçalanmayacak tabii, toplumsal kodlar devrede, olur öyle şeyler. Annesinin küskünlüğünü gören kahramanımızın verdiği teselliyle sonlanıyor öykü: “Üzülme anne, üzülme, diyor. Avrupa nasılsa çok uzaklarda.” (s. 12) Hikâye burada bitmiyor, yirmi yıl sonra devam filmi: “Büyük Avrupa Turu”. Ülke açıkhava cezaevine dönmüş, açık açık söylenmiyor da cunta döneminde baskılana baskılana rüyalarına indirgenmiş insanlar, haliyle “liberalizmin neferi tombul amca” gidip “Avrupa’yı da kazıklayın” deyince halat daha uzaklara atılmış, Londra’sından Paris’ine her yer gezilecek, bu yüzden öyle küçüğü de kesmez artık, en büyüğünden bir Avrupa turuna yazılmış bizimkiler. Cenevre’nın sırtları, Avrupa’dan manzaralar hayranlıkla sıkıntıyı birleştirip gezginlerin ruh hallerini işgal ediyor. Uyuşmazlığın nüveleri önceki öyküde olduğu gibi çeşitli, gastronomik farklar biraz daha görünür. Terlemiş ayak kokan İsviçre peynirlerinin yanında sarımsaklı salyangoz, körili patates, patatesli midye, portakalla servis edilen balık yüzünden bizimkiler klozet deliklerine öğürüp en yakın sosisçide alıyorlar soluğu, üstelik kendileri için özel olarak düzenlenen gecede. “Seçilmişlik! Alınlarına yaldız sürülmüş Doğululardık. Aşağılanmaktan şakaklarımız zonkluyordu. Her vesilede Eski Dünya’nın kültürel mirasına, yüksek değerlerine değiniyordu alkolik burunlu otel müdürü.” (s. 80) Batıya gittikçe arıza çıkarma olasılığı artıyor anlaşıldığına göre, “öteki dünya”dan gelenler normlara ayak uyduramadıkları için lokantalarda aç kalıyorlar, kapalı alanlarda sigara içmeye çalışarak yangın alarmlarını öttürüyorlar, taksicilerle kemer yüzünden papaz oluyorlar, hani kültürel bir eşitlik kurmak istediklerinde dahi oraya ait olmadıkları hissettiriliyor, mesela müze ziyaretiyle alakalı mevzuda bizimkilerin nereden geldiğini tahmin etmeye çalışan eleman on tane ülke sayıyor da tutturamıyor, gerçeği öğrenince bağırasıya şaşırıyor çünkü Türkler müzeye falan gitmezmiş, süpermarketlere veya alışveriş merkezlerine anca. “Biz onları anlasak da karşılığını talep etmek tuhaf kaçıyor. Çünkü Doğu’nun belirsizliği, dokunulmak istendikçe içine kaçan ürkek bir hayvandan beter halleri, çartır turları ve çok satan kitaplar üzerinden kavranamıyor.” (s. 83) Geziler üzerinden çıkarılan Doğu ve Batı izlenimleri farklı okumalara açık, şöyle okuyayım dedikten sonra böyle de okumak isteyen araştırmacılar varsa süper, Kıvılcım’ın ikili, üçlü, beşli ve sekizli ilişkileri anlattığı öykülere gelmek istiyorum az.
“Erişememek” bir tutkunun ele getiriliş biçiminin tutkudan hiçbir iz taşımamasıyla ilgili, fotoğrafa âşık olmakla yetinmeyip fotoğrafın gösterdiklerini de dondurulmuş âna sıkıştırmanın imkansızlığıyla da ilgili, ne ki tutkudur, mümkün olmayanı deneme sanatıdır, odur. Nilüfer begonvillerle, kedilerle, adanın kendisiyle çok özel bir bağ kurmuştur, hepsini azıcık iteleyerek Haluk Bey’e de yer ayırır. Orta hizmetçisi olarak çalıştığı evin oğludur Haluk Bey, Amerika’da okumaktadır, o yaz Nilüfer’in aklını başından almıştır. Billur Hanım’ın acıya varabilen tatlı huysuzlukları rahatsızlık vermez, “geldiği sınıfa bakmadan” elini uzatan Haluk Bey aradaki hiyerarşiyi cortlatıp “sonraki günleri aşkın dilinde yazdırır”, aslında bacağı tutulan Nilüfer’e yardımcı olmak istemiştir de neye yol açacağını düşünmemiştir. Hani öyle bir niyeti de yoktur, Nilüfer’le yakınlık kurmasının sebebi tamamen kurmaca bir hayat yaşaması, ailesine söylediği gibi Amerika’da okumak yerine orada burada sürttüğü için duyduğu vicdan azabını paylaşacak birini aramasıdır. Paylaşır, Nilüfer önünde sonunda kaybedeceği aşkı somutlaştırmak ister, bu yüzden Kınalıada’daki yaşlı heykel sanatçısına giderek işin ustalığını öğrenir. Haluk’un yüzünün kalıbını çıkaracaktır, böylece kusursuz güzellik sonsuza kadar elinin altında olacaktır. Olur mu, çabadır işte, ne olacaksa. “Üçüncü Kişi” zaten adından menkul, kendi evliliğinin sıkıntılarından başka biriyle kurtulmaya çalışan kadının uzun tren yolculukları, yakalanmamak için yaptıkları, sadakatin neliği, eril tahakkümün belli belirsiz görüngüleri iyi bir kurguyla birleşince tamamlamış birbirini, beş yıldız. “Alıcısına Ulaşamayan Mektup”la bitireyim, falsolarıyla daha da hoş öykü, hani detaylıca planlanan işlerin adım adım yıkıldığını izleriz ya filmlerde, tam öyle. Başroldeki hafif sığır kodaman abimizle âşık olduğu eskortun yazdıkları mektuplar müthiş edebî, hayatın olağan akışına aykırılık derecesinde, yadırgatıcı ama olsun, esas olay eskorta âşık olan başka bir zımbonun, abimizin eşinin ve anlatıya girip çıkan kim varsa finalde bir araya gelip yaşamlarına dair defterleri açmaları. İtiraflar, tehditler, yakınmalar, sevgi sözcükleri arka arkaya geliyor, absürt durum trajikomikten doğunca “hayat böyledir” kertesinde bir rahatlık peydah oluyor, hayat öyle olduğu için her şey mahvolur, yine de mahvolmanın gösterdiği yeni doğrultu ödünler bu yıkımı, çıkış vardır sonuçta. Şimdi gözüme çarptı, iliştireyim, eskort Çiçek acının dibine vurmuştur, serbest dolaylı anlatıcı bu acıyı aktarır ama karaktere bir depik de o atar adeta, spotları üzerine çekerek kendine sahne yaratır: “Özel Acılar Tarih’i. Günün birinde böyle bir siparişle gelinse, bedenini parça parça kutulara ayırıp, her bir kutu için destanlar döktürebilirdi. Ama içinde yaşadığı çağın, ondan evvelinin, insanlığın tarihi, kendi gerçekliğine uzak, içine düştüğü çukuru anlamlandıramayacak Lüzumsuz Bilgiler’di.” (s. 43) Buraya kadarı karakteri fersah fersah aşıyor, anlatıcıyla karakterin zihin birliğinden çoktan çıktık, şimdi geri dönerek biraz kapayalım bu arızalı coşmayı: “Çeşmeden akan su gibi olmalıydı, işe yaramalıydı bilgi dediğin.” (s. 43) Bu kadar işte, karakter sadece bunu düşünebilecek kapasitede. Yine denge, haliyle ikna işi, anlatıcı daha geniş perspektifi başarılı bir şekilde sürekli sunsa kabul edebilirdik, şu haliyle öyküden çıkış yolunu gösteriyor ama gerisi iyi, yekten silmek doğru değil.
Sıkı öyküler, Kıvılcım’ın diğer öykülerini de okuyacağım denk geldikçe.
Cevap yaz