Öykülere nefesi yetmeyenlere reddiye. Gerçi yazı sekiz yıllık, yazarın fikirleri değişmiştir belki, bilemiyorum. Yılmaz’ın savunulmaya gereksinimi yoksa da savunacağım, sadece Yılmaz’ı da değil, edebiyatı, tahkiyenin egemenliğinden kurtulmayı, dilin ufuklarına yolculuğu ve yeşil zeytini de savunacağım. Çıkış noktam şu yazı olacak. Baştan: “Edebiyatımız öldü!” diye bağıran her kimse muhatabı raflarına çoksatarları dizen zincir kitapçılar olsa gerek. Çarpıtmayayım, çığırtkana Murat Yalçın’ın, Gökhan Yılmaz’ın ve Seyit Göktepe’nin metinlerini diğerlerinin arasında gönül rahatlığıyla gösterebilir, edebiyat zaptiyeliğinin zararlarından bahsedebiliriz. Bu arada Göktepe’nin ilk kitabı felaketten hallice olsa da ikinci ve üçüncü kitabı gayet iyi, başka yazılarda ayrıca değineceğim. Neyse, postmodern edebiyat edebi türlerin sınırlarını silikleştiriyor, hikâyesi olmayan öyküler türüyor, yazarın insafından aman diliyoruz. Yazıdaki bu bölüm yazarını bağlar bir, Yılmaz’ın öykülerinden yola çıkarak malum kitabı da bağlamaya çalışır ama sözcük oyunlarından şikayet dışında pek bir ilişki kuramıyoruz. Beri yandan söylenenler tartışmaya açık, “değerler”den kasıt kaskatı türler ve tahkiye gibi gözüküyor, Proust’a otuz sayfa boyunca anlatıcıyı yatağından kaldırmadığı için kızan editörün tonu bu. Türler karışır, tahkiye kaybolur, çiçekler açar ve ilginçtir, kuşlar da uçar. Bunlar olur ve yine ilginçtir, yazıdaki iddianın aksine Yılmaz’ın öyküleri ve genellendiği üzere “bütün modern edebiyat” egosantrizm temelli değildir. Yılmaz kurmaca dünyasını sunmaktan başka bir şey etmiyor bize, “değerlerin değersizleştirilmesi”yle hiç uğraşmıyor zaten, öykülerini sunmaktan başka bir “suçu” yok. Hikâyeyi elden bıraktığını, “zekâ gösterisi” yaptığını söylemekse oldukça aşırı bir yorum. Verilen örneklerden gideceğim, “altyası-haltyazı” öyküsünden cımbızla çekilen örnek kaotik bir dünya algısına sahip yazarın kafa karışıklığını gösteriyor. Anlatıcı ne yapıyor o sırada, yazara bakarak, “Az düzgün yaz, ne dediğimi anlamıyorum,” demiyor, aslında bir şey demiyor, var oluyor sadece, duyulan ses anlatıcının sesi. Bu ayrımdan sonra kafa karışıklığına, öykünün gerçekten de anlamdan muaf olup olmadığına bakıyorum, hikâyeyi hikâyeyle ve anlatıcıyı anlatıcıyla ölçüyorum. Eimear McBride’ın Kız Natamam Bir Şeydir metninde travmaların bilişsel yapıyı zorladığına şahit oluruz, bilinç akışının ötesinde dil bozulur, maniyle dolu anlar hikâyeyi parçalamaya başlar, takip etmekte zorlansak da bağlamı bildiğimiz için örüntüyü kaçırmayız. Yılmaz’da bu takip dilin çözümlenmesi odağında biraz daha uğraş gerektirse de sürdürülebilir. “Uyku gerekir. Kulak duymadığım için küçüldüm. Büyümem yüzünden uykum gelir. Yatağım üstünde yazı görün. Kulak sesim olmadığı için konuşma sesim olmadığı. Sebepten yazmam bulunur. Annem uyuması içeriyor. Üstüme örtülü.” (s. 15) Sonrasında anlatıcının şişeleri adına ilaç, yine annesi elleriyle, bile dokunmaya gelmesi üzgün, anlamların birikmesiyle ilerleyen bir yoğunluğun parçaları. Çekim eklerinin karmaşasından farklı anlamların doğduğu malum, ortaya çıkan her anlamsal olasılığı göz önünde bulundurarak okumamız gerekiyor, Yılmaz’ın bir öyküsünün üç öykü etmesi beştir mesela. Gramatik mantığınız bu cümleyi bir yere oturtmaya çalıştı ama başaramadı, uyumsuzlukla karşılaştığı için doğrudan dışladı ve birikimi oluşturacak tek dinamiği başlatmadan ortadan kaldırdı. Buna rağmen bilişin daha sezgisel, açık anlamın dışındaki verileri de işleyen bölümü tetiklendi, anlamadığınız şeyi anladınız ama anlamadınız çünkü tek yönlü çalışmaya alışık zihin alışık olduğu şekilde çalışarak görülmesi gereken esası örttü. Murat Yalçın’ın öykülerini incelerken yararlandığım bir kaynağı anacağım yine, Eric R. Kandell’ın Sanatta ve Beyin Biliminde İndirgemecilik: İki Kültür Arasında Köprü Kurmak nam metninin başlarında kültür aktarımının en kolay biçimde sağlanması için kronolojik bir hafızaya sahip olacak şekilde evrim geçirdiğimiz anlatılır, okuduğumuz bir şeyi hatırlamamızın sebebi beynimizin okumaya başlamadan önceki haline göre hafifçe değişmiş, öngörülerde ve çıkarımlarda bulunabilecek hale gelmiş olması detaylandırılır. Klasik anlatı cuk oturur buna, yoldan çıkmadan A’dan Z’ye varabiliriz. Yılmaz gibi yazarlarsa iki nokta arasındaki hemen her durağın, mevzubahis edebiyat olduğu için “anlam duraklarının” da diyebiliriz, varlığını duyumsatırlar. Yazarın niyeti bu olmasa da öykülerin yapısı böyle bir işlemi başlatmaya müsaittir, dolayısıyla anlatıcının uyuması gerektiğini, kulağıyla ilgili bir sağlık problemi yaşadığını, kulağıyla ilgili bir sağlık problemi yaşamadığını, kulağı duymadığı için küçüldüğünü, küçülmenin fiziksel veya zihinsel olarak gerçekleştiğini, uyumanın büyümeye yol açtığını, anlatıcının büyümekle küçülmenin arasında kaldığını, yatağının üzerinde yazının göründüğünü, birilerinin yatağının üzerindeki yazıyı görmelerini istediğini, kulağındaki problem yüzünden konuşamadığını ve bu yüzden yazdığını, annesinin uyumasının yazmayla ilgili olduğunu düşündüğünü, yazmanın yazıyla ilgili olduğunu, annenin üst örttüğünü, annenin uykusunda örtündüğünün anlatıcının üzerinde olduğunu ve daha pek çok olasılığı düşünebiliriz, düşünmekte beis yoktur, nihayetinde tek bir anlamı yakalamak zorunda değiliz. Tek bir anlamı yakalamak isteyenler için Yılmaz’ın öyküleri doğru adres değildir. Tek anlama yakın öyküleri de vardır bu arada, hiç yok değildir, o öyküler de yetkinlikle yazılmış öykülerdir ve iyi öykülerdir ama bu tür bir üslubun gözetildiği öykülerde bir, ne diyeyim, meydan okuma değil de okurun da en az yazar kadar aktif olacağına dair bir beklenti, okura bir davet var. Kandell metninde soyut ve figüratif resimler arasındaki farklara, bu resimlerin beyindeki bölgelerde patlattığı farklı havai fişeklere değiniyor uzun uzun, özetleyeyim, Kandell özetlesin daha doğrusu: “Soyut sanatın neden bu kadar başarılı olabildiğini de biliyoruz. İmgeleri biçime, çizgiye, renklere ya da ışığa indirgeyen soyut sanat ağırlıkla yukarıdan aşağı yönlü işlemlere bel bağlar; dolayısıyla duygularımıza, hayal gücümüze, yaratıcılığımıza dayanır. Beyin bilimi, sanatta yukarıdan aşağı yönlü algının rolüne ve seyircinin yaratıcılığına ilişkin ilave içgörüler kazandırma potansiyeli vadediyor.” (s. 61)
Bu kadar gevelemeyi kendimce de özetleyeyim: Yılmaz’da kuru oyunlar yok, sözcüklerin parçaları, çatlakları arasından belli belirsiz görünen bir manzara her zaman var, o manzarayı netleştirecek imgeler tarafından kuşatılmayı bir anlamda kabul etmek gerekiyor. Peter Brooks’un Psikanaliz ve Hikâye Anlatıcılığı metninden çarpayım az, Brooks metnin sonundaki söyleşisinde ana anlatım biçimlerinin şekillendirdiği olay örgülerinin genellikle bir şekilde geçmişin şekillendirdiğini ya da ona bağlı bir halde olduğunu, bu yüzden de “ileri doğru hareket etmenin” hiçbir tatmin yaratmayacağını dile getirir. Kandell’ın “yukarıdan aşağı yönlü” hareketine bir kapı aralanır burada, varlığın evini çekip çevirmenin birden fazla yolu olduğunu anladıktan sonra bu yolları keşfedebilmek için uğraşmak ve gerekirse taşlaşmış biçimlerin ve anlatıların etkisinden çıkmaya gayret etmek, kelimelerle boğuşmak gerekiyor. Öykülerde geçiyor bunlar bu arada, “kelimelerle şiddetli geçimsizlik”ten bahsediliyor, parçalamaktan, bölmekten. Şu da: “Günlerdir aldığım notların hepsi bir güzel yoğurulsun orda. Ortaya ne çıkacağı önemsenmeden zihin döndürülsün. İlk kitaptan az çok biliyorlar zaten beni. Burayı okuyup poetik sorular sorarlar röportajlarda falan. (…) Sonra final (ama final değil gibi yazılacak, böyle bir belirsizlik falan olacak. karmaşık şeyler yazdım, siz de anlamadınız ama çaktırmamak için beğendiniz di mi, havası estirilecek. tutarsa, ordan yürünecek.)” (s. 101) Ne yaparız bu alıntıyla, James Turrell’ın eserleri hakkında söylediklerini düşünerek işin içinden çıkarız belki: “Çalışmamın nesnesi, imgesi, odağı yok. Nesne, imge, odak yoksa neye bakarsınız? Eseri seyreden kendinize bakıyorsunuzdur. Benim açımdan önemli olan, sözsüz düşünce deneyimi yaratmaktır.” En kötü ihtimal kendinize bakarsınız Yılmaz’ın öykülerini okursanız, en iyi ihtimalle ayaklarınızın azıcık yerden kesildiğini hissedersiniz.
Gözlemlediğime göre öykülerin beğeneni pek olmadığı için “çağın ruhuna uygun” olması da tartışılır, çağ insanlardan mamul değil mi? Son olarak Nietzsche, “Çıkarın beni buradan!” diye bağırıyor ama değinelim yine, Yılmaz’ın überliğinden önce anlatıcısının sözcüklerle derdini, derdini anlamayı düşünmeliyiz, edebiyatın bazı şeylerden ibaret olmadığını da. Bazı şeyler birazdır, geri kalanlar da edebiyattır, hiç kalmayanlar da. Öykülerden pek az bahsettim, Yılmaz’ın öyküleri işte, okuyan bilir. Sözcükler.
Yeşil zeytini savunmamışım, savunayım. Biri yeşil zeytinin niteliklerini sallanan argümanlarla olumsuz yönde eleştirirse karşı eleştiriye girişirim çünkü yeşil zeytin şu, bu ve o sebeplerle iyidir. Birden fazla savunuya da yol açtı Yılmaz. Mesela.
Cevap yaz