Mumyalar bildiğimiz gibi modaya yön veren mahluklardır, ne giymeyeceğimize dair fikir verirler. Pek bir şey yemezler, zayıflar. Vampir kan içer, kurt adam bulduğunu yer, mumya bir şey yemez. RPG’lerde kesip biçeriz onu, ağır canlılar. Gerçi canlı diyemeyiz. Heroes of Might & Magic‘in özellikle üçüncüsünde rakibini lanetler, küfrettirir. İnsanüstü bir güce sahiptir mumya, tuttu mu bırakmaz. Ağır dedik ama koşanı da görülmüştür, emiklediği ruhun gücüyle insan formuna büründüğü olmuştur. Hedef insanıdır, amaç insanıdır mumya, insandır. Bir zamanlar insandı en azından. Kodamanlardan birinin çocuğuydu muhtemelen, alt sınıfın mumyalama işlemi için gereken parayı vermesi zor. Öldü bu, sonra iç organlarını çıkarıp küplere koydular, vücudunu yağlayıp ballayıp sargılarla sardılar ve koydular mezara. Asırlar geçti, o asırların sessizliği mesela, Pascal’ın bahsettiği uzay sessizliğinin benzeri. Havada tozlar uçuştu ama karanlıktı, kimse de yoktu, bir şey görülmedi ama uçuşmaya engel değildi bu, gerçi hava akımı yoksa nasıl uçuşuyor bir şeyler, bilemedim ama uçuşsun, sonra sesler duyuldu, bir yerden ışık sızmaya başladı ve gedik açıldı ya da kapı aralandı, mezar odasına girdiler. İnsanın seyri: Mısırlıların sık sık savaştığı bir milletten namlı bir savaşçı kuzeye göçüyor, oğlu daha da kuzeye göçüyor, sonra batıdaki büyük adayı istila etmek için Birinci William’la birlikte denize açılıyor ve patrona “Fatih” unvanını kazandırıyor. Yerleşiyor, çoluk çombalak, torun tombalak, birkaç yüzyıl daha geçiyor ve on yedinci kuşaktan falan torun gidip arkeoloji okuyor, ejiptolojide uzmanlaşıyor, mezara ilk girenlerden biri o. Mısırlılar koparabildiklerini müzelerine koyuyorlar, adamımız götürebildiğini İngiltere’ye götürüyor, mumya dahil. Meğerse çok müthiş bir lanet okunmuş, mezar odasına giren herkes ölecekmiş. Teker teker ölüyorlar sonra. Aslında bu katliam teen slasher tarzının ilk örneği olabilir. Tabii göbekli profesör nasıl mücadele etsin, filmlerde gençleri oynatıyorlar. Neyse, mumyanın olayı böyle. Hedefi var dedik, öyle boş boş dolanmıyor, hayata döndüyse yapması gereken bir şey var yani. Vampir öyle değil, koyun keçi peşinde koşarak bir ömür tatsız tuzsuz yaşayabilir, hikikomori bir vampir mesela, acayip reflekslerini e-sporda kullanıp dünyanın en iyi oyuncularından biri oluyor ama turnuvalara katılamıyor, fotoğrafı yok, öyle bir efsane. Varlığı ihtimal dahilinde bir yaratık, Scognamillo’nunkiyse klasik. Onun mumyası biraz beyinsiz, önüne çıkanı katleden, bedenine saplanan kurşunlardan etkilenmeyip rakibine doğrudan saldıran bir kardeşimiz. Düşündüm de, friendly fire kurbanı olmamak için mumyaya tek bir cepheden ateş açılmalı, kurşunlar hafazanallah saplanacak bir şey bulamayıp yoluna devam ettiğinde en iyi arkadaşımızı vurabiliriz ama en iyi arkadaşımızla bir mumyaya ateş açacak duruma geldiysek her şeye razıyım, hiç şaşmam. Mumya dedik, mezardan çıkarıyorlar bunu. Dubois nam yaşlı profesör ekibin başında, odaya girdikten bir süre sonra dışarı çıkıyor ve işçilerin saldırısına uğruyor, bıçaklanıp hayatını kaybediyor. Elini kesiyorlar bir de, sebebini mumyada bulacağız. Scognamillo’nun anlattığı hikâyenin yeni bir yanı yok, diğer metinlerini düşününce eğlencesine yazmış sanki. Yine de hareketli bölümlerde verdiği detaylar müthiş, sırf bu bölümler için okunabilecek bir metin. Bıçağı saplıyorlar mesela, yüzlerindeki kötücül ifadeden bıçağın hareketlerine kadar ince ince kurmuş yazar, ders adeta. Tayfaya bakalım, Sir Giles var, Dubois’nın en yakın arkadaşı, ekibin iki numaralı bilgesi. John Bray genç bir araştırmacı, sevgilisi Annie Dubois merhumun kızı. Evlenecekler gibi görünüyor ama belli olmuyor tabii bu korku hikâyelerindeki mevzular. Hashmi var bir de, işçileri ayarlayan Mısırlı bürokrat. Kazıda o da var, çıkarılanlara bakıyor ve müzeye götürmek için elinden geleni yapıyor ama kazının finansörü Alexander King’in paragözlüğü yüzünden hedefine ulaşamıyor, İngiltere’ye gidip şansını orada deneyecek bir de. Elim olaydan sonra kazı alanını terk ediyorlar, oradaki iş bitiyor, King’in planını duyunca gözleri bir karış açılıyor. Adam mumyaya dünya turu attırma derdinde, kişi başı 10 sentten bir dünya para kazanacak. Özellikle Sir Giles karşı çıkıyor ama adam anlaşmaları çoktan yapmış, reklamlar hazır, bütün dünya mumyayı görmek isteyecek.
Gemiye atlıyorlar, yolda Annie saldırıya uğruyor ve Marc tarafından kurtarılıyor. Gizemli bir adam, belli ki zengin, Annie’nin kalbini çalacak bir zaman sonra. John daha en başta adamdan rahatsız oluyor ama ikisinin arasındaki cızt bıztı görünce üzüntüsünü içine atıp uzaklaşıyor kızdan, evlilik planları suya batmış gibi görünüyor. King’in teklifine evet demesi bundan biraz da, mumyayla birlikte dolanıp teknik işleri halledecek John. İngiltere’deki en kalabalık gösteri başarısız oluyor çünkü tabutu açtıklarında mumyanın yerinde olmadığını görüyorlar, belli ki biri King’in dümenine çomak sokmuş. Hashmi’nin veya Sir Giles’ın işi olabilir, King’in düşmanı çok. Adam can sıkıntısıyla yürümeye başlıyor, evine giderken ıssız sokaklardan geçiyor. O kadar zengin bir adamın neden tek başına yürüdüğünü bilemiyoruz, keyfine o kadar düşkün ki anormal bir hadise bu. Öldürülmek için yürüyor tabii, muhtemelen Thames’in kıyısında mumyayla karşılaşıyor ve denizin dibini boyluyor. Bu noktadan sonra Marc’ın ağırlığı artıyor metinde, hikâye onun üzerine kurulu gibi bir şey. Marc elde etmek istediği Annie’ye antik bir boyunluk veriyor, John boyunluğu bir yerde gördüğünü biliyor ama nerede gördüğünü hatırlayamayınca Sir Giles’tan yardım istiyor. Hikâyeyi öğreniyor böylece, mumyanın dirilmesinin nedeni eski bir düşmanlık. Firavunlardan birinin iki oğlu var, biri diğerini kıskanıyor, tuzak kurup öldürdükten sonra sol elini kesiyor, firavun mevzuyu öğrenip oğlunu törenle mumyalatıyor. Diğeri sonsuz bir yaşama mahkum ediliyor, çağlar boyunca oradan oraya sürükleniyor ve nihayetinde tekrar karşılaşıyorlar. Marc aslında katil kardeş, mumya da mumya. Lanetin ortadan kalkması için birinin diğerini öldürmesi lazım ama mumya canavar gibi bir şey, önüne çıkanı deviriyor, kafaları eziyor, Sir Giles’ın kafatasıyla ilginç şekiller yapıyor mesela. Polisler dört bir yandan ateş açıyorlar ama mumya bana mısın demiyor, aslında hiçbir şey demiyor, konuşgaçları yok adamın. Öyleydi böyleydi derken Marc ve mumya birbirlerini iyi ediyorlar, John tarafından kurtarılan Annie hata yaptığını anlayıp tekrar John’a dönüyor. Niye John’a dönüyor bilmem, adamı sevmediğini düşünüyor bazı bazı, evlenip birlikte Paris’te yaşama fikri fenalık getiriyor ama aşkı da sıkıştırmalı işte hikâyenin bir yerine. Sir Giles ne yazık ki durduk yere ölüyor, adam odasında King’e lanet ederken ansızın çıkıp gelen mumyanın hışmına uğruyor. Bu mumyalar çok tehlikeli, dilleri bizim dile benzemez, kaba gücüyle kırar geçirir, amanı insafı yoktur. Gördüğümüz üzere ancak dostun, kardeşin attığı gülle durdurulabiliyorlar, aslında çok hassas varlıklar olduklarını söyleyebiliriz.
Girişte Scognamillo’nun mumyalarla ilgili verdiği malumat iyi, mesela ilk mumya filmi 1916 tarihli bir Danimarka filmi, ikincisi 1922’de çekilmiş bir Alman filmi. Birkaç film daha çekiliyor ama hiçbir zaman vampirle kurt adamın seviyesine gelemiyor mumya, diğer ikisinin tarihini düşünürsek mumya daha çocuk. Mezar odaları 1800’lerin sonlarında değil de daha önceden bulunsaydı bir ihtimal daha popüler bir öcü olabilirdi mumya, şimdilik elindekiyle yetinmek zorunda. Gerçi Tom Cruise’un oynadığı son mumya filmi ilginçti, kadın mumya çat çut indiriyordu milleti ama hikâye kısır ne yazık ki. Soylu biri ölüyor, mumyalanıyor. Yaşarken bir haltlar yiyip lanetlenerek öldürülmüşse biraz heyecan var o işte, efendi efendi yaşayan ve gömülen bir mumyanın pek olayı yok. Hasılı türe ilgi duyan, Scognamillo’dan bir şeyler okumak isteyenler okusunlar bunu.
Cevap yaz