Göz doktorları Borges ailesindeki körlüğün nedeni konusunda uzlaşıya varamamışlar, görünüşe göre sebep glokom sonrasında gelişen katarakt. Babası ve büyükbabası da kör olmuş Jorge Luis Borges’in, kendi körlüğüne hazırlıklı olsa gerek, böyle bir şeye ne kadar hazır olunabilirse. Sözlü edebiyatın yüceliğine sığınıp on bir heceli kırk elli dizeyi şak diye okurmuş ziyaretçilerine, Milton’la özdeş. Tamamen karanlığa da boğulmamış Borges, “girdaplar çizen yeşil ve puslu ışıklar” görüşünü kapamış. “Borges’in Arjantin Ulusal Kütüphanesi müdürlüğüne atandığı yıl tamamen kör olması ironikti.” (s. 38) Yazılış tarihine bakmak lazım o öykünün, Borges büyük bir felaketin ardından hayatta kalan son adamın trajedisini kendinden biçmiş olabilir. Adam nihayet rahatsız edilmeden istediği kitabı dilediği süre okuyabilecektir, ne ki gözlüğünü kırar ve bulanık bir dünyaya hapsolur. Cehennem. Borges ilk olarak kırmızı rengi kaybetmiş ve en çok kırmızının yasını tutmuş, “Körlük” başlıklı denemesinde kırmızının bildiği dillerdeki karşılıklarını sıralamış. Tınlamayla görmek için belki, sinestezi? Göremediği tek şey bir şiirinde yazdığına göre “en beyhude yüzeysellikler”, zaten bir süre sonra Anglosakson ve Eski Nors araştırmalarına başlıyor, öğrencileri ofisinde etrafına toplayıp eski çağların klasiklerini dinliyor. Okuyucuları arasında eşi ve öğrencilerinin yanında küçük bir çocuk da var, Alberto Manguel. Borges dolaylı olarak yaşamaya devam ediyor, Manguel edebiyata düşkünlüğünü bir ölçüde Borges’e borçlu olduğunu söyler.
Borges’ten Berger’a geçiyor Francis, Görme Biçimleri‘ne değiniyor ve Berger’ın denemesinden bahsederken Selçuk Demirel’in karikatürlerini de katıyor, hoş! Tekrar Borges, Cenevre’de mutlu bir çocukluk, Berger’a göre bir hayat kadınının kollarında yitirilen bekaret. Borges babasının da aynı kadına gittiğinden şüphelenirmiş. Cenevre ev, Borges ölmek için 1986’da tekrar Cenevre’ye geliyor. Berger mezarını ziyarete gittiğinde elinde çiçek olmamasına hayıflanıyor, sonra Borges’in çiçekli bir şiirini okuyor. Düş gibi bir eylem. Francis’in gözü anlatırken ele aldığı iki yazarın yanında kendi hastane anıları da var, sadece ışıkları ve parıltıları görene dek duyusunu kaybeden bir hastanın yaşadıklarına değiniyor. Anlattığı organların hikâyelerinde bu tip anılara sıklıkla rastlıyoruz, tabii tarihçe çıkarmayı da unutmuyor. Görme duyusunun gözün sağladığı ışıktan kaynaklandığını Empedokles ve Platon söylüyorlar, Aristoteles karanlıkta neden göremediğimizi düşünürken ışığın dışarıdan geldiğini anlıyor. Kepler retinaya düşen görüntünün tepetaklak işlendiğini buluyor sonra, keşif üstüne keşif, gözümüzün yapısı ortaya çıkarılıyor. Francis vücudumuzu bölümlere ayırmış, “Baş” kısmında alt başlıklarla veriyor kafamızda ne varsa. Yüz mesela, yavaş yavaş felç olan bir hastanın yaşadıkları çok acı. Yüzümüzdeki kaslar çok çeşitli, kaşlarımızı hareket ettirmeye yarayan kaşların alındaki kırışıklıklara yol açtığını öğrenince biraz düşman kesilebiliriz ama bizim kaslarımız onlar, bizim evlatlarımız. Francis kadavralar üzerinde çalışırken yüz derisini kaldırır kaldırmaz gördüğü manzarayla şaşkına düşmüş, ne girift bir yapı! Leonardo da Vinci bu yapıyı anlayan ve resimlerine detaylarıyla aktaran ilk sanatçı belki. “Hem bir sanatçı hem de bir teknik ressam olarak, temsili çizimin hatasız olması gerektiğine inanıyordu ve bir portre ressamı olarak kasları yakından anlaması gerektiğini fark etmişti. Ayrıca kasların ruhla doğrudan iletişim halinde olduğunu ve ruhun hareketlerinin ancak vücudun değerlendirilmesiyle anlaşılabileceğini düşünüyordu: ‘Kemikler arasındaki eklemler, sinirlerin emrine, sinir kasa, kas kirişe ve kiriş ise Sağduyu’ya uyar. Ve Sağduyu, ruhun makamıdır.’” (s. 49) Anatomiyi incelemek ruha, Tanrı’ya yaklaşmak demekti, bu sebeple Leonardo da Vinci iyice bir inceledi. Çağdaşı biyografi yazarı Giorgio Vasari’ye göre uç bir ifade yakalayabilmek için sokak sokak dolaşıp çirkin, garip suratlı insanların peşine düşermiş. Çalışmalarının sonucu malum, Son Yemek‘teki havarilerin yüzlerini “okuyabiliriz”, her biri farklı bir duyguyu canlandırır, ruhları ortadadır.
Üst uzuvlara bakalım, omuz. Francis bir gün hastaneye getirilen, omzu parçalanmış bir adamı anlatıyor. Adam asker, motosikletiyle giderken uçup omzunun üzerine düşmüş, kol haşat. Bu noktayı Homeros’a bağlıyor, Hektor’un Teukros’u yaraladığı âna. Teukros düşmanlarını uzaklardan fış fış oklarken Hektor’u bir türlü vuramıyor, “kudurmuş köpek” dediği Hektor eline taş alıp fırlattığında Teukros’u köprücük kemiğinden vuruyor, adamın kolu uyuşunca yay may tutmuyor eli. Acıyla inlerken gemilere götürüyorlar, yarası hassas bir yerde. Teukros’un gibi pek çok savaşçı yaralandığı için muhtelif anlatımlar var, yaraların detaylandırılması ve vücudun aldığı zararın tespiti destan yazarının savaş meydanlarındaki ilk paramedik olduğunu düşündürmüş, yaraların fizyolojik etkileri ve tedavileri ayrıntılı bir biçimde anlatıldığı için gözlemler sağlam, teknik bilgi edinilmiş o dönem. Askeri tıp tarihçisi P. B. Adamson’ın araştırması da ilginç, metinde rastladığı her yarayı ve tedaviyi kaydetmiş Adamson, sonra Aeneas‘la karşılaştırmış ve Troya Savaşı’nda kullanılan en ölümcül silahın mızrak olduğunu, Roma devrindeyse kılıcın sıklıkla ölümcül yaralara yol açtığını saptamış. Homeros’un metninde ölüm oranı okçulukta %74’ken kılıç yarasında %100, mızrak yarasındaysa %97. Göğüs göğse çarpışılırmış genelde, zırhların ön tarafları daha koruyucu olduğu için kaçmak savunmasız durumdaki sırt bölgesini açıkta bırakırmış, mızrak veya ok için ideal hedef. Baş, boyun ve gövde esas hedef alınan yerlermiş, bununla ilgili Francis ilginç, acı bir şeye değiniyor: “Bu Homerosçu yaralanma örüntüleriyle bugün bile acil servislerde karşılaşıyoruz: Aile içi şiddet kurbanlarını değerlendiren doktorlar kadınların önkol bölgesini kontrol ederler çünkü saldırganın darbesine karşı korunmak için kollar siper edilir. Önkoldaki ulna adlı uzun kemiğin gövdesinin orta bölümünde meydana gelen kırık ‘cop kırığı’ olarak bilinir çünkü bu tip kırığa en sık polis tarafından coplananlarda rastlarız.” (s. 116) Savaşlarda kullanılan teknolojiye baktığımızda ölüm oranlarının giderek düşmesi şaşırtıcı değil, savaşa katılanların sayılarını oranlarsak kılıçla veya mızrakla öldürülen askerlerin sayısı kurşunla öldürülenlerden daha fazla, buna karşın çeşitli uzuvlarından yaralananların sayısı daha fazla.
Bilek ve el. Faça atmanın psikolojik yansımalarına yer veriyor Francis, kan akıtmak kötülüğü ve olumsuzluğu gidermek için ideal bir yöntem olarak görüldüğünü söylüyor, özellikle ergenlikte. Elle ilgili bölümde İsa’nın tasvirlerinin değişimi var, elin yapısının anlaşılmasıyla birlikte ellerinden çivilenen İsa bileklerinden çivilenene dönüşüyor çünkü elin orta noktası bütün vücudu taşıyacak doku yoğunluğuna sahip değil, elinden çivilenen bir insanın elleri yarılır, beden öne düşer. Bilekteki iki kemiğin arasından çakılan çivi iş görüyor, ayakta da başka durumlar var. Roma devrinde çarmıha gerilmeyle ilgili araştırma yapan bilim insanları çivinin topuktan çakıldığını söylüyorlar, zeytin ağacından genellikle iki üç metre uzunluğunda tahta elde edildiği için kurbanları fazla yükseğe kaldıramıyorlar, topuktan hallediyorlar. Stigmata da el ayalarında ortaya çıkıyorsa başka bir durum var demektir, gerçi kendiliğinden ortaya çıkan yaralardan bahsediyoruz, kıçta da çıksa stigmata stigmatadır. Herhalde.
Plasenta bahsi de ilginç, bilindiği gibi bunu yiyorlar ve evlerin ve ağaçların altına gömüyorlar. Japonya ve İzlanda gibi dünyanın iki ucunda yer alan yerlerde gelenek aynı, evin civarına gömüyorlar ama Japonya’da gömü yerini rahip belirliyor, İzlanda’da annenin adım atabileceği bir yere gömüyorlar plasentayı. Farklılaşmamış kök hücre bu, kuramsal olarak insan bedeninin kusursuz bir şekilde doğabileceği hücre, bu yüzden firmalar kök hücreleri saklama hizmeti sunarak ileride kullanılmak üzere saklıyorlar. Kök hücreden insan üretme gibi bir aşamaya henüz gelmediysek de Island‘daki olay bir gün gerçek olabilir. Klonumuz üretilir, organlarımızdan biri iflas ederse klondan yedeğini alırız. Distopik gelecek, herkes için.
Şahane kitap, ilgilisi kaçırmasın.
Cevap yaz