Metnin çevirmeni Burhan Arpad’a göre parlak geçmişin mirasçılarından biri Habeck, Avusturya edebiyatının yükselen yıldızı. 1960’larda öyle görünüyormuş, bugün bakınca roman hakkında hemen hiçbir bilgi yok. Muadilleri kadar başarılı oysa, sinemaya uyarlansa bir Casablanca etkisi yaratırmış. Çok benziyor Casablanca‘ya bu arada, parlak günlerin ışıltılı sevgilileri 1930’ların sonlarında yollarını ayırmışlar, kadın kaçarak kurtarmış kendini de adam Alman ordusuna girip subaylık yapmaya başlamış, yıllar sonra karşılaştıklarında hayatları bambaşka. Kaçma hikâyesi filmdekiyle birebir neredeyse, karakterlerin özellikleri uyuşmuyor da olay örgüsü paralel. Kılçık var başka, karakterler çağlarını, savaşa karşı duruşlarını değerlendiriyorlar da diyaloglar itiraflarla, iddialarla dolu, ders vermeye meyyal bu insanlar. Sınıflarına göre. Esas oğlan Milstrey savaşmaktan daha iyi bir şey bulamadığı, kalbi de orta yerinden kırıldığı için orduya girdiğini söylüyor, onca insanı katletme emrini defalarca verdiyse de kötülüğü sıradanlaştırmış, emirleri yerine getirdiğini söylüyor arada. Zengin tayfa burjuvazinin savaşı nasıl fişteklediğini anlatıyor ve gösteriyor, fahişe işgal altındaki Fransa’da kalmak istemediği için kirişi kırmaya çalışıyor, kısacası o gemiye binmek için hayatını tehlikeye atan kim varsa günah çıkarmadan yola düşmüyor. Remarque iğneleniyor bir yerde, savaş adı sanı bilinmeyen bir dehşetle değil, iyice öğrenilen ve öğretilen karanlığıyla gelip çökmüş Avrupa’nın tepesine, gerçi “Avrupa” her yüzyılda, her savaşla yeniden tanımlanan bir kavrammış ama karanlıktan çıkmaya çalışması süreğenmiş. Bunun yanında bütün tartışmalar aynı derinlikte değil, örneğin Fransız yüzbaşıyla Milstrey tartışmaları sırasında Fransa’yla Almanya’nın suçlarını karşı karşıya getiriyorlar, son bin yılın muhasebesiyle en hatalı ülkeyi bulmaya çalışıyorlar, tırışkadan muhabbet. Çıkıntı, maksat tartışmanın kısırlığını göstermek değil, karakterlerin zihinsel kabızlığını göstermek de değil, tartışmanın kendisinden bir Avrupa çerçevesi çıkarmak. Meh. Habeck kendine usta bellediği Hemingway’le iki yıl boyunca yazışmış, bu romanında üslubunu Hemingway’den çarptığını söyleyebiliriz ama böylesi zayıf patlamalar yoktur Hemingway’in metninde, pek patlama yoktur zaten, görünenin altındaki koca anlamı sezeriz de dolar metin. Habeck bunu bazı bölümlerde sağlayabiliyor, bazen bütün tuşlara basarak yazıyor, denge kayık. Hemingway bu romanı orijinal dilinde okuyanların çok şanslı olduğunu söylemiş bir yerde, aşırı övgü. Önsözde sıralamış Arpad, birileri daha övmüş romanı, övülür fakat kararı belli. Biraz daha zorlasa vasat macera romanı olurmuş bundan, Habeck gevezelikle cezalandırsa da karakterleri sıkı tuttuğu için kurtarmış. Mistrey’in dönüşümünün hikâyesi çok başarılı, Viyana’da parlak bir öğrenciyken tanıştığı Kat’le gelecek hayalleri kurarken gümbür gümbür gelen savaş yüzünden ne hale düşüyor adam, son bir iyilik peşinde koşarak kurtaracak ruhunu. Başarabilirse.
1943’te ortalık karışık, Almanlar tepeleneceklerini biliyorlar ama kuyruğu dik tutuyorlar o sıra, çaktırmıyorlar. Milstrey özellikle, Rusya’da savaşırken neyle karşı karşıya olduklarını anlayınca umudunu tamamen yitirip Fransa’ya gitmiş, askerlerin eğitimiyle uğraşırken içkiye ve kadınlara dalmış, rastgele yaşam. Rusların hücumu sırasında kaçmak isteyen biri yaşlı, biri mühendislik öğrencisi iki askeri vurup öldürdüğü için onların hayaletleriyle birlikte yaşıyor, bitikliğiyle baş etmeye çalışırken kaldığı yere gelen çiftle tanışınca hayatı tepetaklak oluyor. Guy çok iyi piyanist, “I’ve Got You Under My Skin”i çalınca Mistrey mutlu oluyor çünkü en sevdiği şarkı. Çok tuhaf, Guy eşinin de en sevdiği şarkı olduğunu söylüyor bunun, sonra yeni arkadaşını eşiyle tanıştırmaya götürüyor. Kat ve Mistrey altı yıldan sonra böyle karşılaşıyorlar, ateş dinmemiş ama Kat hem evli hem de Mistrey’in uçurumdan yuvarlanan yaşamını görünce ayrı kalmaları gerektiğini söylüyor. Eşiyle birlikte Portekiz’e geçip yeni bir hayata başlayacaklar, o gemiye ulaşabilirlerse. Yüzbaşı ve adamları ayarlıyor kaçışı, yan karakterler arasındaki çekişmeler, anlaşmalar sorun çıkaracak illa, o gemiye binmelerinin zorlaşması lazım. Aralarından biri gidip Almanlara ötünce işler sarpa sarıyor, Yüzbaşı yakalanmamak için geminin geleceği tarihi gizli tutup ansızın gitmeleri gerektiğini söyleyince ortalık iyice yangın yeri. Terslik işte, Mistrey’in dağınık yaşamından uzun süredir haberdar olan üstlerinin uyarıları o zamana denk geldiği için adamımızın hayatı tehlikeye giriyor, casus olduğundan şüphelenenler bir kurşunda haklayabilirler adamı, kaçış için yetkilerine ihtiyaç duymasalar sıkacaklar. Tansiyon tavan, kaçış kardeşliği tedirgin, gecenin bir vakti yallah kıyıya. Kimler var, burjuva çiftimizden geriye bir züppe adam kalmış, sevgilisi adamın kofluğunu, parasından başka hiçbir şeyinin olmadığını fark edince gitmekten vazgeçiyor. Fernande var, Mistrey’e tutulduğu için geliyor, fahişeliğe devam etmeye hiç gönlü yoktu zaten. Guy, Kat, Yüzbaşı, kadro tamam. Mistrey’in Alman nöbetçiyi kandırıp kaçırdığı kamyonun tahta panelinin arkasına geçiyorlar, Fourrier makineli tüfeğin başında, gecenin karanlığında yayan giderlerken son taşıtlarına yerleşiyorlar. Kilit noktalara yerleştirilen Alman nöbetçilerin önünden geçiyorlar, çatışma çıkıyor, arabayla kovaladıkları kamyonu kevgire çeviren Almanlar yola düşen zımbırtıyı fark edemedikleri için havaya uçuyorlar. El bombası. Kıyıya geldikleri sahne pek hüzünlü, anlatı boyunca türlü hallerini gördüğümüz karakterlerin durumu şundan çıkar: “Yüzbaşı, vücuda uzanıp kamyondan aldı ve toprağa bıraktı. Sonra, ellerine ve elbiselerine kan bulaşacağını falan düşünmeden kamyona sıçradı. Makineli tüfeğe ve boş şarjörlere takılıp sendeledi, yapış yapış yere basınca kaydı ve kenar tahtalarına tutunmaya çalıştı. Fakat her yerde hep o yapış yapış ıslaklık vardı. Yere düştü ve yüzü bir vücuda çarptı. Geriye doğru sürüklediği vücudu düzlükten kaydırdı aşağıya. Sonra ikinci, üçüncü, dördüncü defa aynı işi yaptı. Sonunda atladı aşağıya, kendi de.” (s. 308) Mistrey omzuna aldığı darbeyle yaralandığını biliyor ama yarasının ne durumda olduğunu bilmiyor, başına aldığı darbe korkutsa da düşünebiliyor işte, görebiliyor, demek ki beyni dağılmadı. Yüzbaşı hasoluğunu teslim etmiş Mistrey’in, omuzlayıp kamyondan indirdiği adamla birlikte kıyıya gidiyorlar, ölmek üzere olan Mistrey’le sigara keyfi. Kırmızı, küçücük noktalar. Gemi yaklaşıyor, beyaz ışıkları gören Mistrey yarı açık gözleriyle dünyaya son kez bakıyor.
Direniş şahane bir sistem kurmuş, tıkır tıkır işliyor, aklıma şu sahne geldi. Mücadeleyi sürdürüp maddi katkı sağlayacak insanları seçiyorlar, aralarında çürük yumurtalar olmasa daha etkili olabilirlerdi. Mistrey’in kafasına göre takılmasının o zamana kadar arıza çıkarmamasına takıldım ben. Adam işini süper yapıyor, üstlerini böyle kandırıyor belki de birlikte vakit geçirdiği şüpheli kişiler var, makbul olmayan yerlere gidiyor, başına buyrukluğu malum, göz hapsine alınmaması ilginç. Kocaman ülke olsa da Fransa’da, en azından Paris’te işlerin sıkı tutulabildiğini başka bir romandan biliyorum gerçi, sayılırsa. Lutetia müthiş bir roman, Paris’in göbeğindeki bir otelde çalışan üst düzey bir görevlinin gözünden savaş, Almanları atlatmaca, zayıflatmaca, neler. Geri hizmete çekilse de top atışı eğitimi başta olmak üzere pek çok hassas işle meşgul Mistrey, “Mistery”, etrafında tilki gibi dolanan doktoru dahi kandırmayı başarıyor. İzlenmiyor değil, derinlemesine takip edilmiyor sade. Yüzbaşı ve saz arkadaşları o güvensizlik ortamında ellerinden geleni yapıyorlar, mikro hücrelere bölünmüş bir örgütün her bileşeni bir diğerinden şüphe ettiği için işleri yavaş yürütüyorlar ama yürütüyorlar, eylemleri başarılı. La Baule nerede diye baktım şimdi, Güneybatı Fransa’dan Portekiz’e pek mesafe yok ama binilecek gemi de yok, dağları aşmak imkânsıza yakın olduğuna göre delik deşik olmayacak bir kamyon bulmak çok önemli. Her neyse, İkinci Dünya Savaşı romanı, ilgilisi kaçırmasın. Kaçırır, sahafa gitmezse nereden kaçırmasın.
Cevap yaz