Anneannem‘de dünyanın öbür ucuna kadar uzanan bir hikâyenin parçaları bir araya geliyordu, 1915’te dağılan aile Agos‘ta çıkan haberin sonrasında bağlantıların kurulmasıyla, ne zaman, doksan yıl sonra mı, fotoğraflardan da görüldüğü üzere mutlu. Teyzelerle yeğenler buluşmuş, kuzenler kaynaşmış, acı bal eylenmemiş de teselli bulunmuş biraz. Ne hikâyeler derlenmiş, Kudret’in verdiği kitaplarda okudum, yine Feride Çetin’in kitabında, birbirlerini anlamıyorlar ama yüz hatlarının gösterdiği gibi aynı geçmişi paylaşıyor insanlar, kaybettiklerinin yasını tutuyorlar. Otyam’ın hikâyesi benzer, Levan Akin’in Crossing‘inde yeğenini arayan emekli öğretmenin İstanbul’da debelenmesini hatırlatıyor. İnsanların kaybolmak için geldikleri yerde bulunamamaları olağan, teyzenin parası bitse bile kalıp yeğenini aramaya devam edecek çünkü kardeşinin vasiyeti. Bir sebepten dağılmış ailelerin kökleri araştırmak isteyen bir üyesi elindeki kısıtlı verilerle yola çıkıyor, buruk serüven. Başlangıç noktasında bir itiraf, bir anı var, ölüme yaklaşanlar anlatıyor. “Bir kırmızı gül müydü, karanfil miydi yaşamasız elindeki, anımsamıyorum. Ama kırmızıydı.” (s. 5) Dudaklarını oynatmak istiyor, gözleriyle konuşuyor, ağabey Nedim’i soruyor veya çağırıyor, her neyse, doktor gelmiş de belden su çekmekten başka çare olmadığını söylemiş, ananın yanında toplanmışlar. Gül mü, karanfil mi, yere düşmüş, kadının gözleri kapanmış, Nedim kucağındaki başa bakıp ağlamış, doktor elindeki iğneye bakıp mesleğine lanet ederek ağlamış. “Beyşehirli, Kolağası Osman kızı, Takva’dan Yemek San’a’da doğma, Yemen’de esir eczacı Yüzbaşı Vasıf İbrahim (Kuruçeşme) ile evlenen, Mehdi’nin, Nedim’in, Nusret’in, Sevim’in, Fikret’in, Neşecan’ın anaları Naciye, İstanbul’da Feneryolu’nda 23 Nisan 1950’de söndü, gitti.” (s. 6) Bildikleri geçmişleri yedinci gün gözlerini kapar, Otyam karanfili odada bırakıp Yemen’in fethini anlatmaya başlar, her bölümde iki çizgiyi birleştirecektir. Hadım Süleyman Paşa yerel beyi hile hurdayla gemisine aldırıp kafasını kestirmiş, yerel halktan insanları gemilerinin seren direklerine astırarak çaput yapmış, köle diye satmış yaşayanları, Otyam’ın dediği gibi günahları ne ola. Kaç yüzyıl sonra Kolağası Osman’ı salmışlar Yemen’e, Naciye gözlerini orada açmış, Naciye gözlerini kapamadan önce Zülfiye’den bahsetmiş, yenilgi sonrası eşi İbrahim’le birlikte İstanbul’a gitmeden önce Yemen çöllerinde kalan kardeşini son bir görmüş müdür? Anadolu’ya ilaç kaçırmış eczacı Yüzbaşı İbrahim, Kurtuluş Savaşı’nda görev almış, sonra emekliliğinin tadını çıkarır. 1942’de mi, kasabanın kahvesinde otururken Millî Şef gelir oralara, şans eseri karşılaşırlar. Şef şöyle bir bakar, İbrahim bir yerlerden tanıdık gelmektedir, çıkaramayıp sorar. Yemen’deki salgınlar sırasında pek çok askerin hayatını kurtaran eczacı o günlerden bahsettiği zaman gözleri parlar İnönü’nün, kendi yaşamını da birlikte zaman geçirdiği, hazırladığı ilaçlarını içtiği zayıf subaya borçludur, otuz yılın ardından şöyle sıkı sıkı sarılırlar. Bunun yanında hikâyenin hüzünlü yanı da vardır, Hüseyin Paşa uzun süre işgalden koruduğu şehre elini kolunu sallaya sallaya giren İmam Yahya’yla adamlarını görünce gözyaşlarını tutamamış, yaşamının geri kalanında göğsünü ezecek bir yenilmişlikle dönmüştür vatana, yıllar geçerken suskunlaşmış, çöllerin anısıyla yaşamıştır. Yine bir karşılaşma, bu kez İnönü tanıyamaz yaşlı adamı, kim olduğunu sorar. Zamanında günlerce sohbet ettiği, birlikte savaştığı komutanını çıkaramayınca bir kez daha yıkılır Paşa, ömrünü ne uğruna harcamıştır? Otyam bu beyhudeliği metnin hemen her yerinde hissettirir, dış kaynaklara göre aşağı yukarı üç milyon genç ölmüştür Yemen’de, Osmanlı’nın dört köşesinden güneye gönderilen askerler susuzluktan, hastalıktan kırılmışlardır, Yemen’in nesine kırılmışlardır? Günde kaç askerin öldüğü bile belli değildir, kaydı tutulamayacak kadar çok, kireçlenip kuyulara atılırlar. Otyam’a anlatırlar bunları, yanından geçtikleri dağın bir yamacının tamamen Osmanlı mezarlığı olduğunu, binlerce askerin o yamaçtaki çukurlara gömüldüğünü anlatırlar. En ufak bir iz kalmamıştır, oranın mezarlık olduğunu gösteren hiçbir şey yoktur, hiçliğe terk edilmiştir Osmanlı gençliği. Pusu kurulmuştur kuyuların civarına, askerler son güçleriyle kuyulara ulaşmaya çalışırlarken ateşe tutulurlar. Eşekler suyu gördükleri zaman çatlayasıya içip kafalarını çıkarmayarak ölür, hayvanların intiharı Otyam’a göre. Gariptir, pek bahsi geçmez ama Osmanlı’nın eziyet ettiği Zeydîler o bölgede etkindir, vatanlarını savunurlar -buna değinir Otyam, hakkını yememeli- ve gerilla savaşını iyi yürütürler, Osmanlı ordusu ne hazırlıklıdır ne de zafere inanmıştır, birkaç parlak komutan çıkmışsa da sürekli bir güç odağı olarak kalamazlar, en sonunda İmam Yahya’yla anlaşmaya varıp çekilirler oradan. Otyam babasının anıları dahil pek çok kaynaktan yararlanmıştır tarihi kurabilmek için, mesela İbrahim’in anlattığı bir olay çaresizliğin dik âlâsıdır: intikal var, askerler develer üzerinde gidiyorlar ama çoğu hasta, ölecek, bir de eşkıyalarla uğraşıyorlar. Kafile duruyor, haraç pazarlığı sürerken askerlerden isyan edebileni ediyor, eşkıyalara onları gavurlardan korumak için çocuklarını, analarını bırakıp geldiklerini söylüyorlar. “Sinirlerime hakim olamadım, içimden bir hıçkırık kopmuştu. Ellerim ayaklarım titriyordu, iki yıl için bu memlekete gelmiştim, harpler yüzünden sekiz yılım burada geçti! Elim, belimdeki tabancaya gitti, yol arkadaşım, ‘Aman eczacı,’ dedi, ‘sen deli misin? Ortalığı kana mı bulayacaksın?’” (s. 76) Çok üzücü hikâyeler var bu çizgide, diğerine geçip Otyam’ın tanıklıklarına bakacağım.
Avni Bey’in yanına gidiyor Otyam, İstanbul’dan tanışının akrabası, dört katlı kocaman bir evde yaşayan Avni Bey’le Türkçe konuşuyorlar ama pek anlaşamıyorlar zira oranın huyu suyu bir değişik. Mektupları kaside gibi yazıyorlar, ilginç, teyzeyi bulmak için mektup yazılacaksa kaside yazılıyor demektir. Yemekler aşırı baharatlı, burunlar şırıl şırıl akıyor, saç dipleri terliyor, öyle bir acı yok. Denizden üç bin metre yüksekteler, Avni Bey aramaya başlayacaklarını söylemesine rağmen bir türlü harekete geçemiyorlar zira adam ilk gün doğanın güzelliklerini gösterip iyi bir yediriyor, hani aylarca kalacaklarını düşünüyor ama sabırsızlanıyor Otyam, annesinin vasiyetini bir an önce yerine getirmek istiyor. Kuzenlerinin isimlerini biliyor, oradan bir şey çıkarsa diye Avni Bey’e söyletiyor da çok kalabalık Yemen, üstelik haberleşme ağları zayıf, devlet kurumları düzgün çalışmıyor, bürokrasinin hantallığı insanları da uyuşturmuş. Gat da uyuşturmuş olabilir, bu bitkinin içeriğini bilmiyorum da “Yemen otu” diye geçiyormuş. Gece gündüz bunu çiğniyorlar, ağızlarının sol tarafında biriktiriyorlar, birkaç bardak soğuk su içiyorlar arada, günü eğliyorlar böyle. “Yemenli açtır, Yemenli işsiz güçsüzdür, Yemenli susuz kalır, Yemenli aç kalır, Yemenli hatta ve hatta cembiyesiz olur, donsuz olur, ceketsiz olur ama asla ve kat’a gatsız olmaz.” (s. 43) Günlük alınıyor bu zımbırtı, ertesi gün yaprakları solduğu için gün içinde tüketilmesi gerekiyor, herkes pazarlara yığılıyor bu nedenle. Dışarıya satılmıyor muhtemelen, hurma falan satılıyor, karşılığında araç gereç alınıyor. Yemen ekonomisinin önemli bir bölümü tarıma bağlıymış 1970’lerde, Japonlar gelip kuyular açmışlar, araba satmışlar, Ruslar gelip bir şeyler çıkarmışlar, madenler peşkeş çekilmiş, halk yokluktan kırılıyormuş ama gat çiğnedikçe kendine geliyormuş. Ülkenin ikiye ayrıldığı dönemde gitmiş Otyam, kuzeyin halini gördükten sonra güneyi niye merak etmemiş bilmem, çok dağıtmadan sosyalist kesimi de anlatabilirmiş aslında. Eli boş ayrılıyor oradan ne yazık ki, doğru gibi görünen bir ipucundan sonuç alamayınca içi buruluyor, bir gün mutlaka teyzesiyle kuzenlerini bulacağı inancıyla ayrılıyor oradan. Merak ettim, buldu mu acaba, belki başka metinlerinde yazmıştır sonrasını.
Otyam’ın metinlerini kurgularından ötürü seviyorum, romana varacakmış da gezi tozu olduğunu hatırlamış sanki, bu metin böyle.
Cevap yaz