Zaim’i Pinget ve Sarraute çevirilerinden tanıyoruz, kurmacalarından da tanıyoruz artık çünkü bu bir kurmaca ve yazarı da şaşırtıcı bir isim değil, Zaim, çünkü başka bir isim olsaydı şaşırabilirdik, diyebilirdik ki “Neler oluyor, metin Zaim’in ama başka bir isim?” Hayır, isimler birbirini tutuyor, o halde alavere dalavere yok, okuyabiliriz. Katakulli olsa da okuyabilirdik çünkü metin esastır, yazarını ne yapacaksınız? Yazarı birkaç düğmeye basıyor, kafasını çalıştırıyor, yazıyor. Bu kadar basit. Bu yüzden yapay zekânın metin yazmasını destekliyorum, şöyle yapay kafalı bir Danielewski çıksa fena mı olurdu? Hem nereden bileceksiniz, gayet metin işte, insan yazmasa ne? “Bunu insan yazmamış, ben bunu okumam.” Okuma. Robot pek bir şey kaybetmez, edebiyat da kaybetmez, makine kellelerin yazdığı makaleler ABD’nin en büyük gazetelerinde yayımlandığı zaman olumlu tepkiler aldığına göre bu işte gelecek var, dayarız Propp’un çıkarımlarını, Campbell’ın kahramanlarını da koyarız, oldu bu iş. “Ortaya karışık” seçeneğini işaretleyince ilginç şeyler çıkar ortaya. Ben destekliyorum bu işleri. Selahattin Özpalabıyıklar’ın bir konuşmasında mevzu bu noktaya gelmişti, bir hanımefendi çıkıp yapay zekânın ortaya koyacağı hiçbir eserin insan zihninden çıkmış olanlarla baş edemeyeceğini söylediği zaman söz aldım, “Hanımefendi,” dedim, “bunlar bunlar oldu, şunlar şunlar oldu,” dedim, örnekleri sayıp devam ettim, “sizin bakış açınızdan konuşursam insanlığın kaybettiğini söylerim, şu an hezimete uğramış değil ama kısa süre sonra insandan çok yapay zekâ yazıp çizecek bu işleri.” Ortaya çıkacak etik, ahlaki, hukuki problemler çözülür, Dünya dönmeye devam eder, bu kadar. Dolayısıyla Zaim yapay zekâ değildir ama olsaydı da sonuçta zekâlı olurdu, bir şey fark etmezdi. Altın Yaldızlı Adam yine terk edilmiş kilisenin duvarında çarmıha gerilmiş halde dururdu, başındaki yıldızlar ve üzerindeki yaldızlar parlamaya devam ederdi, naif köylülerimiz o ilginç figüre bakıp çıkardıkları anlamları kendi yaşamlarına yontarlardı, köyün delisinin sağladığı sihrin yanında kilisenin varlığı da olağanı yoldan çıkarıp bir garip hale getirirdi. Gerçi anlatıda yaşananların hemen her köyde gerçekleşmesi mümkündür, “sidikli”, “boklu”, çok affedersiniz, “taşşak” gibi lakaplar bu tür olağanın bir tık üstündeki olayların sonucunda takılıyor, mesela benim yaşadığım bir Batı Karadeniz beldesinde “Taşşak Hüsam” denen bir adam vardı, utandım da soramadım ama sorsam eminim acayip bir hikâye anlatırdı. Kilise değil de kale vardı benim yaşadığım yerde, Cenevizliler inşa etmiş de terk etmiş sonra. NATO’nun kurduğu hayvani bir radar vardı, metruk iki koca bina vardı, subaylar için lojman, binalar en fazla dört katlıyken onlar on katlıydı, göğe iğneler batıyordu. Büyüdür bu, bir tarafta deniz, diğer tarafta orman varken böyle yapıların varlığı hemen hiçbir şeyin yaşanmadığı, sadece alışkanlıkların sürdürüldüğü küçük yerleşim yerlerinde büyü gibidir, hayal gücünü tetikler, neler neler olur. Zaim’in metninde oluyor böyle şeyler mesela, bir olağanüstülük dört farklı bakış açısıyla anlatılıyor. Birbirini tamamlayan bakışlar bunlar, aynı aileden üç kişinin ve köyün delisinin gözü bir değil, eksiklerini tamamlıyorlar. Gerçi Gülistan’ın bakışıyla Deli Remzi’ninki arasında benzerlikler var, Remzi Deli ve Gülistan da deliye vuruyor sık sık, köyde can sıkıntısından delirdiği için Remzi’yle iyi anlaşıyorlar. Bu noktada Remzi’nin gayet mantıklı cümleler kurduğu bölümü eleştirebiliriz belki, gerçi deli olduğu söyleniyor ve deli gibi davranıyor Remzi ama akli dengesi yerinde gibi, toplumun hoş karşılamadığı davranışları varsa da kendi bölümünde iç sesinin Gülistan’dan farksız olduğunu görüyoruz. Deli Remzi deli mi, bir nevi meczup mu, neci bu adam? Ahmed kim? Ahmed ilk bölümün anlatıcısı, köye döndüğü geceden itibaren bölüm içinde bölüm sunuyor okura, İstanbul’un keşmekeşinden sonra köyde zamanın yavaşlaması makul, günün bölümlere ayrılması da Ahmed’e mahsus, diğer karakterlerde yok, o halde Zaim’in tekniğe kafa yorduğunu söyleyebiliriz. Oyunlu köy anlatısı Habib Bektaş’da var, Ercan y Yılmaz’ın Sahir‘i var böyle, gerçi ikisi de metakurgu üzerinden giderek biçimliyorlar metni, yedikleri yoğurdun cinsi Zaim’inkiyle aynı olsa da yiyiş biçimleri ayrılıyor. Ahmed’den devam edip bakalım, köye döndüğü gece korkunç bir rüya görmüş, Deli Remzi ölmüş meğer. Uyandığında korkunç bir acı, meğer severmiş deliyi, yaptığı onca şeye rağmen. Gündüz vakti Remzi’ye rastlayınca doğrusunu hatırlıyor, aslında Remzi değilmiş ölen, Gülistan ablasıymış, birinin ölümüyle diğerininkini denklemiş, ikisini birbirinden ayıramamış. İpucunu yaktık, ateş devam ediyor, Gülistan’la Ahmed’in yıllar önceki hallerine dönüyoruz, Ahmed her şeyi hatırlıyor. Köyden gideli çok olmuş, eniştesi ve Vildan teyzesi sağ olsun, çocuğu İstanbul’da okutmuşlar da çocuk köyüne dönmüş sonradan, ılık rüzgârları teninde hissedince neden döndüğünü de hatırlamış üstelik Ahmed, her şeyi hatırlamaya başlamış. “Nefret ederim ben köylümden. Üniversite, ardından iş güç dalgasına kapağı İstanbul’a attım da kurtuldum. Hiç değilse, dağınık yerdir İstanbul. İnsan da dağılır gider işte.” (s. 14) Gitmeden önce Gülistan’la gezerlermiş, deli gibi bir şeymiş ablası, aklına eseni yaparmış, eğlenceli biriymiş ama korkuturmuş da kardeşini ne yapacağı belli olmadığı için. Deli Remzi köye gelene kadar herkesin birbirini yediği bir köymüş orası, pabuç diller ayıplara uzanırmış, çekiştiren çekiştireneymiş, sonra Remzi çıkıp gelivermiş işte. Herkese diş geçirmiş, kendini kabul ettirmiş de Gülistan’la Ahmed’e çatamamış bir. Ahmed her şeyi görür gibi bakıyormuş, korkudan çok merak varmış içinde, Gülistan zaten köyden yana umutsuz olduğu için deliyle deli olmaya başlamış. Evde dayaklar bitmemiş bir türlü ama sesini çıkarmazmış Gülistan, boyun eğermiş. Köy meydanında dayak yiyene kadar böyle gitmiş bu, sonrasında başını alıp mağaralara, Altın Yaldızlı Adam’ın evine gitmiş. Rıza da oradaymış, aralarındaki muhabbet Rıza’nın konuştuğu bölümde var, değinmiyorum. İsa bütün köyden sorumlu hissetmiş kendini, bütün dedikoduları üzerinde toplamış da halkını kurtarmış, karşılığında da asılmış işte, herkes ona sopa atmış, kovalamışlar zavallıyı. Ebe’nin renkli dünyası da bir başka güzellik, Remzi’den çok önce gelmiş köye, jandarmalar getirip bırakmış, köydeki çoğu çocuğu o doğurtmuş. Remzi’yle muhabbeti yoksa da birbirlerini anlar görünmüşler, Ebe öldüğü zaman evine Remzi yerleşmiş bir güzel. Neler daha, buruk ve matrak.
Dört anlatıcıdan en aklı başında olanı Vildan teyze tabii, köyün güzeli unvanını yeğeni Gülistan’a kaptırana kadar herkesi peşinde koşturmuş, Remzi’nin ettiğinden, gözünü açmasından sonra yüzünde en az sivilce olan oğlana varmış umutsuzluktan. Çeyizinde dikiş makinesi varmış Vildan’ın, Remzi bu makineden haberdar olmuş, kızın penceresinin önünde, “Her genç kızın rüyası, Zivko Zikiş Makinası!” diye bağırmaya başlamış, defalarca dayak yemesine rağmen bütün oğlanlar toplanana kadar sürdürmüş bu eylemi. Görünenin altında Remzi’nin işlevini görebiliriz, Vildan’a bütün erkekleri gösterir Remzi, kızın geleceğini gösterir bir anlamda. Gülistan’ın sıkıntısıyla oyunlar kurar, iki gönlü hoş eder. Ahmed’i korkutur biraz, gitmesini sağlar belki. Vildan sihirden anlamaz, o yüzden nefret eder Remzi’den, ona yapacak bir şey yok. Diğer anlatıcılar Gülistan ve Remzi tabii, hiç değinmeden bitiriyorum, metnin komikliğini ve hüznünü duyuruyorum, yeterli.
Remzi’nin bölümü eleştiriye açık, Gülistan’ınki de öyle, dil biraz daha yerelleştirilebilirdi belki, anlatım daha dağınık olabilirdi, kitabî sözler azaltılabilirdi, bir sürü şey söylenebilir ama metni değersiz kılmaz bunlar. Pek hoş, mutlaka okunması lazım.
Cevap yaz