Kadın ve Adam kelâmıkibar sıkarlar çünkü sahne vardır, sahne vecizelerle dolacak, iki karakter vecizeler üzerinden kurulacaktır. Sıkışları azıcık gererek serbestçe gezinecek alanı yaratır anlatıcı, yorumlarına yer açar, diyelim Adam ölümü çoğul bir yalnızlığa benzetti, Kadın tekil bir kalabalığa benzetti yaşamayı, ardından anlatıcı çıkar sahneye: “Adam şaştı, böyle parlak bir direnme beklemiyordu. Kadın da şaştı, böyle şiirsel bir yanıtı nasıl olup da bir çırpıda söyleyivermişti. Adamın onu görmek istediği gibi görmesini sağlamak için bir daha ağzını açmamaya karar verdi hemen.” (s. 7) Kadın konuşmamayı tercih ederek aşkın tükenişini erteler aslında, rolü karşısındakine verir, Adam aşkı samimiyetle öldürür. Nedir, yeni bir çalışmasının olduğunu söyler, mutfağa masmavi bir tablo yapıp yalnızlığıyla hüznünü yansıtacaktır. Kadın “düz insanların çekingenliğini yakıştırıp kendine”, cevap vermez. Adam müzikten bahseder, Kadın’ın zevkini belirler hemen, hani Saadettin Kaynak’ı mutlaka sever Kadın da Adam’ın kafasında almaya başladığı biçiminden hoşnut değildir. Falsolar, ıskalar sıralanır böyle, ardından son nokta: “Vücudun çok güzel, dedi Adam, küçük yalanların burun damlası gibi bir şey olduğunu düşünüyordu. Canım sevgilim, dedi sonra. Kadın, adı yalnızca Kadın olan bir kadın olmaya razı gelmedi. Çok güzelsin Duygu, dedi Adam. Kadının adı Duygu değildi.” (s. 9) Kadın kırılır, Adam fark etmez, eski aşklarını baştan yaşayacaktır. Kadın eski aşklarıyla birlikte Adam’a veda edecektir. Başlar, biter. Arada oyun vardır, çok ciddi bir oyun, Kadın’la Adam’ın oynadığı kadar. Kopuş sırasında evin karşısındaki eczaneye çocuğun teki girer, öldürdüğü sigara yerde. Burun damlası lazım ama para yok, çocuk çaresiz, küçük yalanların burun damlası gibi bir şey olduğunu düşünmüyor ama Adam’a düşündürüyor çünkü bu bir öykü, ikna olduğumuz sürece her şeyin her şeyle bağı baş üstüne. Eczacı vermiyor damlayı, çocuk ölü sigaraya bir kez daha basıyor hınçla. Dışarıda bir adam saati soruyor, sorulan kişi saat sorulacak biri olmaktan hoşlanmıyor, başörtülü bir kız adres sormaktan ve gençliğinden utanıyor. “Bu öykünün kişileri olmadıkları için üçü de çekip gitti.” (s. 9) Yedi bu, kabul. Sonra üç kişi daha, aşk bitti bu arada. Minibüs şoförü ve arkadaşı dertleşiyorlar, evrak çantalı iki adam memleketin o kadar serbestliği kaldırmayacağını konuşuyorlar, konu kadınlar, yaşlı bir kadınsa ölmeye düşecek yukarılardan bir yerden, bezmiş. Şoför kadını kurtarıyor, arkadaşını öpüyor, evrak çantalı adamlar ne yapıyorlar bilmiyoruz, kadın kurtarılıyor, bizimkilerse ayrılıktan bahsediyorlar. Kim kaldı, anlatıcı, o da bir yerde bahsettiği mor çiçeğin solmuş yaprağının düşüşünü anlatıp bitirsin. Elde ne kaldı, eksiği fazlası olmayan iyi bir öykü. Hepçilingirler’in öyküye dair tavrını, görgüsünü saydım ilk öyküden. “Sevgiye Dikkat” iyice pekiştirdi fikrimi, sıkı öykü. Yaslanma noktası bu kadar açık olmalı mı emin değilim gerçi, hani tezli öykülerin başında yaveler sıralanır da bazı şeylerin öyle olduğu, diğer şeylerin de şöyle olduğu söylenir, sonra öyleliklerle şöyleliklerin tokuştuğu, çakıştığı bir hikâye başlar, bu öyküde dayanak: “Olabildiği kadar yalın düşünmeye çalıştı durumunu. Durum ne aslında? Durum mu, ne durumu? Durum falan yok ki… Yeni bir durumun olabilmesi için, eski durumun değişmesi, yerini yeni bir duruma bırakması gerek. Böyle bir şey yok. Durum aynı, bildiğiniz gibi: ‘Evlendi, çocukları oldu; bir kız, bir oğlan.’” (s. 11) Aslında çok şey söylemiyor ama bir şey söylüyor, bir şeyden yola çıkılarak çatılan öykü patikalara sapmazsa iki boyutlu kalır ya, devamı için en karmaşık ihtimallerle karşılaşmayı ummaktan başka çare yok. Ki güçlü bir yazarla karşı karşıyayız, anlatıcısı en az kendisi kadar güçlü olduğu, dille atmosferi yakıştırdığı için itimat ettim. İşte, koca Amerikan tipi gösterişli bürosunda, çıkıp gelecek de yemek masasına oturacak, çocuklar gelecek, sofrada muhabbetler, o gün neler olup neler olmadığı, kardeşlerin içki şişesini yürütüp odalarında takılmaları, erkeğin evde partiler düzenleyip kızın dışarılarda takılmaları derken Batılı aile karikatürü çiziliyor ama gerçek böyle mi, gerçek nedir, durum hani, aslında neler oluyor? Hemen diğer kadın beliriyor, o da Melahat, eşinin adı yine Hulusi ama dünya başka bu sefer, kızılan davranışlar var, belki yürümeyen evlilik yirmi yıldan sonra çökmek üzere. “Sabahları balkondan bakarken Hulusi Bey’in karısının adı Melahat olabilirmiş gibi geliyor ve belki de yanlışlık bu ad sorunundan kaynaklanıyor: Melahat olmayı başaramamaktan.” (s. 12) Rolü oynayamamak, o kalıba girememek, ev kadınlığının özü boğması, çağıltıyı kesmesi, kadının uğruna yaşanacak hiçbir şey bulamaması artık. Tablolar, yüzeysel yakınlıklar, kanepeler, evde yemekler gerçeküstüdür, gerçeğin özlemi şöyle bir görünen gizdir: “Tırnaklarını uzatmayabilse, ille de parlak renklere boyayacağım diye tutturmasa, bir de süslenmeye, giyinmeye o kadar düşkünlük göstermeyebilse, iyi bir solcu bile olabilirdi gençliğinde. Hulusi Bey gibi önemli bir kısmeti bile reddederdi belki o zaman. Oyun oynayan kadınlara – hayır, öyle değil; tüm zamanını oyun masalarında geçiren şu zavallı kadınlara – veryansın edebilirlerdi başka biriyle birlikte: Nusret’le, Sıtkı’yla, Ergün’le birlikte, Hulusi Bey’le değil.” (s. 14)
Sonrası ilginç. “Doğru Yürü Oy Gelin” aşırı analizle yazılmış bir köy öyküsü, annenin oğluna almak istemediği gelini düşünürken dul kaynanasının beş erkeği tüfeğiyle nasıl kaçırdığını hatırlamasından gelinlik müessesesinin sorgulanmasına varıyoruz, aşırılıktan sebep açık öykü, orta karar. “Kekikdağı/Dağkekiği” Zeynep’in yine olasılıklarla birlikte kurduğu gerçekliğin, en belirgin olanının sürdürülmesi, kavuşmakla kavuşamamanın çatışması. Hepçilingirler bu tercihler, tercihlerin belirlediği kişilikler, senaryoları sürdürerek akıbetlerini belirleyen karakterler konusunu yaymış öykülerine, tekrara düştüğü olmuş. “‘Ne düşlere, ne geçmişe, çitilediğim şalvar paçasından uzağa gitmeye yeltenmeyen aklımı da eski, hoşnut olduğum durumunda bırak.’ Yapmıyor ama; öyle kımıltısız, öyle Zeynep değilmiş gibi dinliyor. Zeynep değilmiş de başka biriymiş sanki; Ayşe, Zehra, Fatma’ymış gibi.” (s. 55) Dağ, kent, dilin iki mekânda aynılığı biraz burkar mı kurguyu, olabilir ama anlatıcı yine kayrılmış, anlatımın önüne geçirilmiştir, bu durum öykünün içinde verilmiştir, haliyle boyun eğer okur ki arıza çıkmasın. Ya da eğmez. “Troxalila” bir sesin, sesi çıkaran varlığın eksikliğiyle dağılabilecek ilişkinin lirik anlatımı, sanıyorum kitaptaki tek asgari öykü. “Özsu” ile yine tekrara düşmece, bir de çok öznel ama şu “özsu”, “can suyu” falan, sevmiyorum suyun bu şekilde akışını öyküde. Benzetmeyi cıvıklaştırıyor, bir de bağlamı tutmuyorsa eyvah. Susuz bir tutmamaya örnek: “Sevdası mı tükendi, yaşamı mı bitti? Eğer uyumuyor olsaydı, yanıbaşımda uyur durumda bulunmasaydı şimdi, çok kızardı böyle düşünmeme. Böyle düşünmeme, yani aşkın metreyle satılan müslin kumaş gibi topun sonuna gelince bitebileceğini sanmama.” (s. 19) Ne mezura, ne trikotaj, ne tuhafiye var öyküde, edebî atak geçirmiş öykü burada. Ama: “Sabişi”. Bu bence Hepçilingirler’in kaynak kodudur, öyküsünün dirliğidir, öyle kıymetlidir yani. Mübeccel İzmirli’nin anısınadır bu öykü, İzmirli’nin Hüsnü Hepçilingiler’e yazdığı mektuplardan alıntılarla beslenen bir ontolojik yapıdan devşirilmiştir. Nokta olmanın, noktalardan ibaret olmanın anlamından çizgilere, oradan “şabişi” diye çınlayan sesin varlığı ikame etmesine, ölümü kucaklamaya, iki yasayla belirlenen ve açıklanan yaşam etiğine, yalnızlığa gömülü karakterin hikâyesine bağlanır. Dikkate değerdir kısacası, okunasıdır. Olduğu gibi. Kitabın tümü.
Cevap yaz