Feyza Hepçilingirler – Eski Bir Balerin

Karakterlerini geçmişe döndürür Hepçilingiler, güzel şeylerin olacağı umudunun diri olduğu zamanlara, başarısızlıkların yaşamda ne derin izler bıraktığının fark edilmediği zamanlara. Tekrarlanmayabilir çünkü başarısızlıklar, karakterlerin daha iyisini yapmak için daha çok çalışmaya güçleri, vakitleri vardır. Var mıdır, nostaljinin tek yönlü işleyişinde sadece anı parçaları belirir, karakterin o dönem düşündüklerini pek görmeyiz. İlgimi çekiyor bu, diyelim Hepçilingirler’in karakterleri gibiyiz, olasılıklar azalmış, artık tek bir çizgide ölüme dek yürüyeceğiz. “Küçük olayları önemsemeden yaşamış demek. Bir çocuğun teyze demesi, bir satıcının, çok taze bu salatalıklar hanımanne, diye salık vermesi gibi küçük şeyler. Sonra sıradan bir gün, o zaman dek uyumakta olan yaşlılık bilinci gözünü açıvermiş. Başka insanlarda böyle olup olmadığını bilmiyor, hiç sormadı.” (s. 5) Hayatın olağan akışına oturtamıyorum, karakteri aşan şeyler de söylemek istemiyorum ama bu kadar keskin bir ayrım, eh, sanatla iç içe bir yaşam ne ölçüde neden olabilir buna, yaşlılığın akla gelmemesi, emarelerin rağmına benimsenmemesi, kısaca dank diye kafaya vurması, bilemiyorum. Öyküyü açan bir teknik ama, şüphesiz, Balerin’in ötesi berisi, geçmişi anısı sürekli genişletiyor hikâyeyi, şimdiyle şimdinin öncesi arasında sayısız paralellik kurulabiliyor böylece. Sokağa çıktığı gün yaşlandığını fark ediyor Balerin, gençliği geride kalmış artık, öyleyse o ânına dek eşlik eden insanları zihninden şöyle bir çıkarıp silkelese yan hikâyecikler dökülür, dökülüyor. Annesi Ingre Buckman dünyanın en iyi balerini olacağını söylermiş kızının, olmadığı ortaya çıkınca ne yapmıştır acaba? Eşi Haldun yediğine içtiğine karışırmış, nasıl karşılık verirdi Balerin? İçkiye düşkündür, oğlu Bilal’in getirdiği balıklara bakar, Madame Molinier göreve başlayınca işinden olur, bütün bunları bir bir sayarken sadece olgu nevinden, yalnız yaşayan yaşlı bir kadının yıkılmışlığının özeti olarak değerlendirir de eylemlerine hiç değinmez. Dünya “başına gelmiştir” Balerin’in, kendisi inşa etmemiştir. Sanki. Baskının izi vardır da kendi yoktur, somutlanmaz, annesinin tavırları bir cümlecikle verilmiştir, ötesi kendi pasifliğidir. Midir? Sevmedim Hepçilingirler’in bu kitaptaki öykülerinde yer alan karakterleri, kıstırılmış gibi görünüyorlar, iradesizler, tek boyutlular. Sonları da sevmedim, mesela bu öyküde Balerin sokağa çıkıyor, dolmuşa mı ne biniyor, göz göze geldiği kız gülümsüyor. Vay canına, nasıl da hesaplamasız gülüyor insan, bak bir daha güldü kız. Eh, Balerin de güldü, sonra dolmuşun şoförüne güldü. A a, şoför de güldü? “Kimi gülüşlerin provası olmazdı demek ki, kimi gülüşler provasız oldukları için güzeldirler. Yolun karşısına geçip başka bir dolmuşa binebilir artık, bir taksi çevirip şöföre böyle içten ve abartmasız gülebilir. Evin e bile gidebilir. Balık ölüsünü tutup fırlatır akvaryumdan, yaşamaya karar verebilir.” (s. 13) Bütün o keder şak diye kayboldu, olay asosyalliğe, insan sıcaklığına bağlandı, olmadı. Bir keşifle değişebilen karakter. Hayır. “Gerdek” aynı tarifeden, otuz yıl önce Şevket’le evlendiğinde kuşlar gibi hafif olan kadın yine kuşlar gibi hafif çünkü tekrar evleniyor, bir albay emeklisi “almak istemiş” de hayır diyememiş zira yalnızlıktan bıkmış. Yalnızlıktan bıkma biçimleri, çeşitleyebilirsiniz, işli havluların doğurduğu mutluluk umudu, eskinin türlü nesnesine gömülü neşenin açığa çıkması tekrar, korkuyla birlikte tabii, ölüm korkusuyla, yalnızlık korkusuyla. İnsanlar vardı, yoklar, nesneler vardı, yok, gerdeğe girilecek artık. Elli yaşında kadın, düğün sırasında ne derler diye kaygılanmaktan evlendiğini bile unutuyor neredeyse, sonra dank ânı geliyor: çarşafta açmış kızıl lale, meğer bakireymiş kadın, ilk eşinin ruhunun incinmesini istemediği için albaydan kimselere söylememesini istiyor. Eh.

“Daryerlerin Karanlığı”, bu öykü işte. Bir örneğini hatırlıyorum da kimin öyküsüydü, Ayla Kutlu’nun muydu, Ayşe Kilimci’nin miydi, yine bir tuhaf bir kadın karakter, geçmişi hatırlamama vakası, sonra işkence sahnelerinin ortaya yavaş yavaş çıkışı. Hepçilingirler’in öyküsü daha iyi, doğrudan çatlaklıkla başlayıp adım adım geriye dönüşlerle ortaya çıkan bir manzara var, tam da çıkmıyor ortaya, korkunç adamın kimliğini bilmiyoruz da sezebiliyoruz, kadının tam olarak neler yaşadığını üstü örtülü biçimde anlıyoruz. Anlatıcının yanında kızın teki oturuyor, üniversite öğrencisi, bütün dengesini bozuyor kadının. Nerede, otobüste ama kimdir, kız konuşsa diskolardan bahseder kesin, anlatıcı da okul okumuştur ama diskolarla falan hiç ilgisi yoktur, söylemeye karar verir, sonra dil çıkarmaya. Şaşıracaktır kız, yanına oturduğu kadının garip hareketlerine anlam vermeye çalışacaktır. Kadın da aynı durumdadır, beyninin ortasına yerleşen boşluğu dinlemekten vazgeçemez, çantasına tıktığı çiçekleri oturanlara fırlatmak ister, kafesteki kuşlara baktığında kendi kuşluğunu hatırlar. Hatırlanacak bir şeyler vardır ama kilit altındadır, serbest kaldığında delirtir mi, kadın rahatlatıcı bir şeyse delirmeyi bile hapsedebileceklerini düşünür. Kızın yeşil gözlerini düşünür ve bir anda boşluğa neden düştüğünün farkına varır. Eşiyle, çocuğuyla, annesiyle bir daha o kadar yakın olamamasının, kim olduğunu zaman zaman hatırlayamamasının sebebidir o gözler, Fuçik’ten utanmasının sebebidir zira yoldaşın bulduğu gücü o bulamamıştır, içinde bir şey kırılmıştır hapiste geçirdiği günlerde. Yeşil gözlü o adam kırmıştır. Yaşama sirayet eden dehşet. Otobüsten inene kadar huzur bulamaz kadın, bir sonraki huzursuzluğa kadar rahattır. Öykü böyle sonlanır, sıkıdır, ardından gelen “Altın Gibidir Oğlum” aynı konuyu başka bir noktasından inceleyen, o kadar da sıkı olmayan bir öykü. Sadık Efendi’yle eşi oğlanı bekliyorlar, kızın okumasını istiyorlar ama kafa yok, Ahmet’te kafa var ama işe vermişler küçük yaşta, çalışıp para getiriyor eve. Anarşikler kol geziyorlar ortalıklarda, oğlan ne bulduysa okuyor, kız okumasına rağmen başarılı olamıyor, Sadık’la eşi yemekten, oradan buradan konuşuyorlar, Ahmet’in başına bir işin gelmiş olma ihtimalini dile getirmiyorlar, öyle bir korku. Finalde biri geliyor kapıya, Ahmet’in o gece gelmeyeceğini söylüyor. Dank ânı yine. Bunaltıyor defalarca karşılaşınca. “İletişim”de hikâyenin ucunu koparmayan bir dank var, başarılı örnek. Günün sonu yaklaşıyor, kasketli dayılar, işçiler gelmiyorlar masaya, yazar onların konuşmalarını canlandırıyor kafasında, yani aldıkları üç kuruş parayı da kitaplara mı yatıracaklar? Firuze Solmaz’a imzalıyor kitabını, beklediği insanlardan değil Firuze Solmaz, sıradan bir okur, derinliksiz. “Toplumcu edebiyat ha… Bak toplum onlar, yoldan geçenler, başlarını çevirip bakmayanlar, görmeyenler, bilmeyenler, bilmek istemeyenler. Kimlere yazdığını, kimlerin seni okuduğunu iyi belle: İskelenin üstündeki o salaş meyhanede kafayı çekip, ya da çarşı içinde ama gözlerden ırak —ve tabii toplumdan da— meyhanelerde dostluklar ararken, o ezilip uzayan gevşeyip yayılan yapışkan ezgileri dinlerken, toplumu yazın yoluyla kurtaracağını sanan sözde sanatçıların içinde gerçek yerini aldığın zaman, onlarla çok küçük noktalarda ayrılsan bile, ağız birliği ederek genelde toplumcu yazının erdemlerini sıralama yarışı yaptığın o gece sonlarında, bugün yaşadıklarını unutmamak için, kafanın silinmeyecek bir yerine yaz, kazı bunları iyice. Kime yazmaktasın? Kim gelip tanışmak istemektedir senle?” (s. 41) Tam isabet. Sonra beklediği kişi geliyor yazarın, koca elli, emekçi elli bir adam. Konuşuyorlar kısa, yazar toplumla ilgili bir iki şey söylerken yayıncının hareketlerini görüyor arkadan, anlam veremiyor. Sevinçle dolmuş, işte, ulaşmak istediği okur karşısında, fabrikadan çıkıp gelmiş de kitabını imzalatıyor. Sonra yayıncı geliyor, adamın böyle etkinliklere çok sık geldiğini, gizli polis olduğunu söylüyor. Dünya tepetaklak.

Dili ince işli, çoğu okunası öyküler. Denk gelen kaçırmasın.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!