Onurhan’la motora bindik, Kadıköy’e geçiyoruz, çantamdan bunu çıkardım. “İyi ki zamanında okumamışım,” dedim, “etkisinden çıkamazdım.” Hapsolurdum, sekiz on kez okumak kesmezdi, mesela Cem Akaş’a tutulmuştum da kitaplarını okuya okuya bir hal olmama rağmen iki üç yıla geçmişti bağımlılığım, son yazdıklarını sevmemeye başlamıştım da Kayacan resmen ele geçirirmiş beni. Nasıl, çocukluğu çok uzaklardan tamıyla görerek. Odaklanma eylemini metni yarım sayfaya düşürerek. Yaşamı listelere indirgeyerek. Anneye seslenişi büyük harflerle, tekrarlarla göstererek. Sallama oyun değil bunlar, çocuğun dünyayı görme biçimi. Öyledir, sayfa üzerinde icat çıkarmak gerekir ki anlatıyı döken bilincin türü açığa çıksın, bahçe rengârengini bütün kokularıyla sunabilsin. Hüznünü beş yerinden tutabiliriz ayrıca, yıllar sonra evine dönen anlatıcının kaybolanlara ağıtı diyesiyim, sözcüklerden gökkuşağı. Çocuğun anlayamadığı dünyanın boca ettiği hüzün, mahalleliden, aileden gelen, sevinçlerin arasına yerleşmiş büyük büyük hüzün. Yeldeğirmeni’nin sokaklarından birinde üstelik, bildiğim yer, yirmi yıl önce okul çıkışlarında eski evlerinin geniş girişlerinde oturduğum, gülüp ağladığım. Romandaki evin yerini merak ettim, sokağın adı geçiyor da bakmak istemedim gerçi, bilmemek daha iyi. Şundan: bir nevi gizlilik, anlatılanın hikâyede kalması, gerçekte arayıp bulamamanın hayal kırıklığına uğramamak. Çocuktan, bahçeden izlemek en iyisi. Başta yıllar sonrasından gerçi, çocuk büyümüş, anılarına boğulmuş, düzenlemenin sancısını çekiyor. “Anıların direngen dehlizlerinde kötümser, kocamış bir köstebek gibi dolaşmaktan, didinmekten, us sürtmekten bıktım. Karanlığın yanımda her gün yaver ya da yoldaş kılığına girmesi, kurtlanmış kabak tadı vermeye başladı. Köstebeğin karanlıkla içli dışlı olduğu bilinir ya, o başka. Yani ne demek istiyorsunuz? Köstebekliği bile beceremiyorsun mu diyecek birisi birazdan?” (s. 7) Bahçe kendini yıllar önce dayatsa zamanın bolluğundan rahatlarmış anlatıcı, üstelemezmiş de meyhanelerde, barlarda, kulüplerde önüne kim gelirse anlatıyormuş artık, durmadan anlatıyormuş, “sokak satıcısı gibi duyurmak” istiyormuş çocukluğunu. Bahçe silinsin, daha fazla zorlamasın diye kıyısı köşesi, başı sonu ortada, yine de kurtulma izlenimi geçermiş bir süre sonra, ağaçlarca birikmeye başlayan yeşilliğin dönüşü daha tantanalı olurmuş. Çare yazmak, anlatıcı bir iki kez yeltenmiş de beş on sayfadan sonrası gelmemiş, yazıya geçirilemeyecek kadar karmaşık bahçenin dizginlenmesi için yaşlılığın belli bir güzergâhına varmak gerek. Hastalıklar sırada bekliyor, şuraya gülümseyen bir kanser, buraya sıklıkla depik atan şeker bir fıtık çizebiliriz, anlatıcı yolun sonuna yaklaştığını daha nasıl anlatacak, çok farklı teknikleri var, lafı oradan oraya nasıl götürüyor, insan hayret ediyor, yolun Feyzi adında bir çocuğa çıktığına seviniyor çünkü lafın sonu gelmeyecek gibi görünüyor. “Ben Feyzi en okunaklı adımlarımla toprağımı aramaya geldim. Toprağım bahçedeydi. Bahçe çocukluğumda. Çocukluğum ise bugüne dek izimi bırakmıyan karabasanların parmaklarına asılı.” (s. 12) Feyzi’ye Feyzi’den ve dışarıdan bakabiliyoruz, içeriden bakınca bahçenin gölgesi mutlaka düşüyor metne, dışarıdan evi, mahalleyi, insanları görüyoruz. Geçiş süreci uzun, “Ben Feyzi,” diyen anlatıcı hangi Feyzi’den bahsettiğini açık etmiyor, çocuk veya yetişkin, tabii fark varsa aralarında. Ağaçlarla konuşuyor, birine tırmanıp bahçeden uzaklaşmaya çalışıyor da ironinin hası: bahçe daha iyi görülüyor yukarıdan, daha iyi yayılıyor yaşama. “Ağacın göbek adı vardır kimse görmez. Ağacın kuş defteri vardır kimse okumaz. Ağaç isterse sınıfa geç gelir ve asar bütün dersleri dallarına.” (s. 15) Feyzi’nin dili bülbül olur da umursamaz ağaç, anılardan çıkıp geldiğini söylesek o donukluktan anladığımız sessizlik mi olacak, ağacın konuşmaması mı, Feyzi’nin çağlarından birinde canlı olduğunu bildiğimiz ağaç konuşmaya başlayınca çocukluğa döndüğümüzü bileceğiz belki. Kapı aslında, konuşmaya başlayınca eşiği aştırıyor, film başlıyor. Kesitler kaskatı, duruyor bazen anlatı, çocuğun etrafındakiler ortaya çıkınca misal. Anne, gözleri mavi kezzaplar gibi, baba, amca, Lölök-Baba’nın tanıdığı, Löklök-Baba tavan arasında oturan büyük umacı, Kelâm Bey, bahçe, duvarlar, bahçenin derisi, Talimhane Meydanı neresi, Küff’ün az gerisindeki alan mı, Nuh Köklü’nün hatırasını yaşatan yer mi, muhtemelen ilki, Fahri Bey ve bisikletleri, Neşet Ağbey ve şiirleri, ahır, Doktor Panayot. Doktoru yıllar sonra ziyaret eder Feyzi, araya dereye sıkıştırır bu ziyareti. Doktor yaşlanmış, küçülmüştür, aklının temeli yerinden kaymışsa da Feyzi’yi hatırlar doktor, çocuğun büyüdüğünü üzünçle kabullenir. Gençliğinde mahallelinin yardımına koşmaktan “kodunsa bul”dur, insanları iyi etmek için elinden geleni yapar. Mahalledeki gayrimüslimlerin hepsi, müslimlerin de hepsi öyledir, sıcak bir meskendir orası, Yeldeğirmeni bütün ışıklarıyla görülebilir. Paris Mahallesi bile. Pek sevilmez, yine de adı geçer metinde, tarihin söylediğini kurmacadan niye gizlemeli?
Dördüncü bölüm “Evin Tanımlanması”, epigrafı Necatigil’in ev şiirlerinin en güzeli. “Önce annesi vardı. Ve annesi evin kitabıydı, ilkesiydi.” (s. 22) Kozmogoni bayağı, anne neyin olmasını isterse olur, her şey evin olmasıyla başlar o evrende. Rıfkı Paşa Köşkü’nde oturan aile atalardan gelen zenginliği pek yaşatamamışsa da kimsenin eline bakmaz, evi çekip çevirirmiş anne. Konu ev gerçi, ev öyle bir karakter ki diğerlerini gölgede bırakıyor. Tepesindeki cihannüma evdekilerin gezmeye çıkmaması için değil, yine de izletiyor civarda olup biteni: Üsküdar’daki patlıcan yangınları, Karacaahmet’in koca ağaçları, Çamlıca, Fenerbahçe, Şifa, Kalamış, Mühürdar, Acıbadem, karşıda Sarayburnu, vapurlar geçiyor, güneş batıyor, cihannümadan neye bakılıyorsa dünya o. Anlatıcı şeyleri birbirine karıştıracağını bu bölümde gösterip Ayşe’yi devreye sokuyor, evin hizmetlisi Ayşe küçük çocuğa aşını vermek istiyor, ortalığı toparlamak istiyor, normalin dışına çıkanları azarlamak istiyor. “Löklök-Baba’nın yemekleri bile Ayşe’nin mutfağından çıkardı. Ayşe, cihannümaya çıksaydı, oradan Adalar’ı bile beslerdi. Issız adayı bile aç bırakmazdı. Soğan, maydanoz, kekik kokardı Ayşe’nin elleri.” (s. 26) Canavarların en korkuncu Löklök-Baba’nın Feyzi’nin dedelerinden biri çıkması şaşırtmaz, belki biridir yani, kişidir, neyin ne olduğu anlatılır veya anlatılmaz. Anneyi tanımlamaya geçsin Feyzi, Hümeyra Fatma Hanımefendi’nin hükümranlığına adım atsın. Sert kadın, mahalleliyi yönlendirmeyi biliyor da eşine lafını geçiremiyor. Geçirmiyor çünkü seviyor züppe adamı, dünyayı bilse de eve getirdiği paranın kısıtlı olmasından ötürü adama diş biliyor ama Feyzi başta olmak üzere bütün mahalleliyi ısırıyor. Kıyacakları belli, Feyzi’nin korkusu bundan, ya bütün mahalleyi ısırırsa annesi? “Pencerede Bir Anı Oturuyor”: Feyzi durmadan konuşurmuş, konuşması bitince dünya dururmuş sanki, cama oturduğu zaman sokaktan geçenlerin çekeceği varmış. Öyle tatlı bir sıpa ki sorularıyla bağladığı adam pencereden alıp da öpmek istiyor çocuğu, kuş öper gibi. Bir de horoz şekeri! Bitmek bilmez, hemen yok olmaz, Feyzi başka bir şey almak istemez de şöyle bir yoklanırsa anneannesinin siyah elini vermeyi teklif eder ki şekerini alabilsin. Anneannesinin tunç eli. Kapıları en güzel açan, yemekleri en güzel yapan el bir şeker için takaslık mı? Simitçiyle başka bir pazarlık, acaba annenin bahçe gözüne koydurduğu oyuncaklar çürümeden durmuş mudur, değiş tokuşa razı mıdır? Bisiklete binmek için Talimhane Meydanı’na çıkılacak, Fahri Bey’in pimpirikleri toplanacak ortadan, diğer çocuklarla birlikte yarış! Şair abiyle, entelektüel tayfayla geçen günlerin en parlağında Panayot yer alır herhalde, anneye şuh kahkahalar attırabildiği için. Klas adamdır, flörtü espride bırakır ve doğru tanı, doğru ilaç için uğraşır, Feyzi’nin aklında onca yer etmesi bundandır. Daha da neleri neleri vardır romanın da, başlangıcından uzağa düşmeden bitirip okura bırakmalı gerisini. Bir şeyler okuduğunu bildiğim insanların yakasına yapışıp zorla okutacağım bu kitabı.
Cevap yaz