James Lovelock’ın Gaia hipotezinin poetik karşılığı Faruk Duman’ın metinleri olurdu herhalde, dinamikler çok benziyor. Lovelock’a göre Dünya’da ne varsa tek bir organizma olarak görülebilir, bu yapı gezegenin ısısını sabit tutuyor, atmosferdeki gazların oranını da sabit tutuyor, denizlerdeki tuzluluk oranının değişmemesini sağlıyor. Novasen‘de eğer dünya dışı bir yaşam varsa gezegenimizi tek bir organizma olarak göreceğinden bahsediyor Lovelock, metindeki karakterlere bağlayacağım bunu. Kısacası tüm gezegen kolektif bir bilince sahip diye düşünebiliriz, insan her ne kadar son zamanlarda kafasına göre hareket etse de yapının geri kalanından koptukça kendi yaşam düzeyini kalitesizleştiriyor, muhtemelen kendi başını yiyip ders alacak veya o kadar zekiyse başına bir iş gelmeden tekrar Gaia’nın bir parçası olmaya çalışacak. Duman’ın metniyle nasıl düşünebiliriz bunu, en başta doğanın kusursuz devinimini süper organizmaya benzetebiliriz. İlk bölümde ormanın her parçasının sisi emmeye çalıştığını görürüz, salyangoz kabuklarından rüzgârın girebildiği yerlere kadar her nokta sisle bütündür. Havanın ısınmasıyla gece boyunca düşmüş çiğ de kuruyup buharlaşır, mor arılar havanın sıcaklığını sezince oradan oraya uçmaya başlarlar, “vızıltı ağır, süreğen bir gözyaşı gibi dolanır ormanda”, insanı da sistemin bir parçası olarak gördüğümüzde kanatların vızıltısı gözyaşına benzer, atların eşinmesi canı sıkılan insanı andırır, suyun şırıltısı bir türküye dönüşür, canlıyla cansız tek bir varlıktır artık. Bölümlerdeki büyük harfle yazılan bazı cümlelerde bu bütünlüğü görebiliriz, bir iki örnek: “ZATEN HER DİKENİN ÖBÜRÜNDEN ALACAĞI VARDIR.” (s. 12) “GERÇİ, BİR TAVŞAN, YUVASIYLA AYNI ŞEYDİR.” (s. 12) Bir tavşanın bahsi geçer, bildiklerinden ve bilmediklerinden, yaşamsal devinilerinden sonra Latincesiyle birlikte daha da kişileştirilir: “LEPUS EUROPAEUS, LEPUS EUROPAEUS, her zaman, kışın yaklaşmakta olduğunu düşünür.” (s. 22) Doğanın üslubu mudur bu, faunanın yaşamlarında insanın izlerine rastladığımıza göre insan merkezli bakıştan çıkamayacağız, hiçbir zaman tam olarak doğanın diline varamayacağız yani. Yine de ayrıksılığı ortadan kaldırmaya çalışıyor Duman, bir ölçüde de başarılı oluyor bence. Filiz’le Tarık’ın, ormana dışarıdan gelenlerin anlatıldığı bölümlerde karakterler özellikle doğaya dair bir şey düşünmezlerse anlatı tamamen “şehirli” diyeceğim bir dille kuruluyor, bunun yanında Tarık’ın düşüncelerini gördüğümüzde tekrar yabanın üslubuna dönüyoruz: “—İnsan çok başarılı, derdi ikide bir Tarık. Gerçi arabalar için söylemezdi bunu, ama olsun. İNSAN ÇOK BAŞARILI. Bizim, insan olarak yani, yaptığımız bazı şeyler canlanmak üzere. Bu böyle, kesinlikle. İşin sınırına gelmiş bulunmaktayız. Evet, her şeyin bir haddi var. Canlının da bu şekilde ayağa kalktığını düşünmemek için hiçbir nedenimiz yok. Can nedir? Taşın haddi. Maddenin haddi. Bir noktadan sonra gösterdiği değişim bütüne yayılıyor. Kendi içinde madde, başka bir madde oluyor.” (s. 17) İnsanın yaptığı her şey için, tüm bileşenler için geçerli olup olmadığını soruyorlarmış bu görüşün, Tarık, “Elbette,” diyormuş. Cansızın haddiyle canınki arasındaki sınırı ortadan kaldıran çok daha büyük bir toplam olduğu malum, son örneği verip kapatacağım bahsi: “Buna dikkat eden olmuş mudur acaba? Bir solucan, havucun köküyle aynı şeydir. O kadar açıktır ki bu, birlikte kokmak, birlikte yaşayıp beslenmek, toprağın içinde birlikte uzamak için can mı atmışlardır. Öyledir biraz.” (s. 21) Bu toplamın romanın çatısında da ortaya çıktığını söyleyeceğim, bazı bölümlerde anlatının kilit noktalarını şekillendiren hayvanların müstakil hikâyelerini görebiliyoruz, ana anlatı çizgisinden ayrılan dallar olarak görülebilirler, iki yönlü akış ana ve yan anlatıların birbirlerini beslediğini gösterir. Taşla AVCIATMACA’yı ayıramamamız, TİMSAH’ın aslında sahibine bağlı bir kartal olması, KAHVE’nin atlığı, yabancıların ormandaki yabanlığı, ormanda yaşamaya alışkınlarla yabancılar arasındaki hafif gergin ilişki “biyoküre” diyeceğim yapıyı ortaya çıkarıyor, birbirlerine ne kadar uymasalar ve bambaşka varlıklar olsalar da bir araya geldiklerinde toplamlarından daha başka bir şeye, bu romana dönüşürler. Küre bu roman, “çok öykü” diye bir tür olsaydı öyle derdim, bölümleri bağımsız öyküler olarak okumak da mümkün. Cortázar’ın kusursuz küreleri birleşip daha büyük bir kusursuzluğa dönüşmüşler, bu sanırım.
Hikâyenin basitliğine bakmıyoruz tabii böyle bir metinde, bambaşka şeyler var. Duman’ın fiilimsileri cümle sonu haline getirerek kurduğu sentaks hoş bir üslupçuluk: “Sanırsın gökyüzü gökyüzü olalı başka bir dertedinmeyerek. Yalnızca buradaki bu koygun orman için vardır. İşte bütün bir gökyüzü dalını erken bırakmış bir nar topu gibi yuvarlanarak. Gelip yukarıda durur, patlardı. Kırmızı, ışıldayan, aklaşıp kararan, menevişlenen.” (s. 86) AVCIATMACA’nın nesiydi, eşi veya kadını, Kara Zühre’nin adı küçük harflerle yazılır çünkü avcı gibi doğaya tam anlamıyla bağlı olduğunu görmeyiz, o başka hikâyeler anlatır. Deli Fahri’nin hikâyesini sıkıştırır araya, sıklıkla karşılaşacağımız Hızır’ın ortaya çıktığı hikâyelerden biri. Bu Deli Fahri’ye Hızır görünür, görünmeden önce Fahri dağı taşı, otu ağacı koklamakta ve doğayla hemhal olmaktadır. Bir gün tutturur adam, Hızır Aleyhisselam’dan söz aldığını, bir dahaki gelişinde Hızır’la birlikte kayıplara karışacağını söyler. Köylüler dalga geçer, adamı dövmeye başlarlar, çocuklar kıçına tekmeyi vurup savuşurlar, bir süre sonra zavallıyı neden dövdüklerini unuttuklarında bile dövmeye devam ederler. Kara Zühre bu hikâyeyi arabaları ormanın kıyısında haşat olmuş çifte anlatmaktadır, onu söylemedim ve Fahri’nin hikâyesini mahvettim ama anlatmalı. Tarık’ın annesi bir yerini kırmış, tepedeki eve ziyarete giderlerken kaza yapıyorlar, Filiz hafif yaralanıyor, Tarık’ın bacağı fena. Ormandaki köşkü/kulübeyi buldukları zaman sığınıyorlar hemen, AVCIATMACA ikisini içeri alıyor ve Filiz’in bacaklarıyla kalçalarını kesiyor, bir insanda nasıl o kadar düzgün bacak olur? Kara Zühre yemek yapıyor ikisine, döşek veriyor, muhabbet ederlerken anlatıyor Fahri’nin hikâyesini. Adam köydeki herkese Hızır’ı anlatmış, pişman olmuş, Hızır onu almaya gelmeyecek diye ağlıyor. Gerek kalmıyor gerçi, öyle bir yağmur bastırıyor ki sular seller, tıpkı Kara Zühre’nin hikâyeyi anlattığı zaman olduğu gibi. Koca doğa yer değiştirmeye çalışıyor sanki, ağaçlar sularla birlikte köklerini taşıyacak, tavşanlar dünyanın öbür ucundaki topraklara yuva kurmaya gidecek, kuşlar okyanustaki adalara uçacak, öyle bir yağmur. Dindiği zaman arıyorlar Fahri yok. Uçurumun dibinde buluyorlar sonra, yüzünde bir ölünün tebessümü. Döngünün bir sonraki aşamasına geçmesi Hızır’a kavuştuğunu gösterir, teolojik bir yanı da olan Gaia’ya Hızır’dan daha uygun bir tanış olabilir mi?
Murat’ı da anlatıp bitireyim. Babası büyük bir ağaya borç takmış, ağa da tutup kaçırmış çocuğu, AVCIATMACA’ya emanet etmiş. Ne yapıp edip kaçıyor çocuk bir ara, AVCIATMACA bizimkileri bırakıp çocuğun peşinden gidiyor. Ormanda kovalamaca, hangisi doğaya daha çok benzerse o kazanacak. Çocuğun dünya algısı henüz bozulmamış, AVCIATMACA’nınsa ormanla hukuku daha eskilere dayanıyor, heyecanlı bir kovalamaca. Murat biraz da şansının yardımıyla AVCIATMACA’yı vuruyor, yorgunluktan bitikler. Avcıyı KAHVE’ye bindiriyor Murat, tırıs tırıs gidiyorlar. Eve vardıkları zaman AVCIATMACA’nın yarası sarılıyor, Murat başından geçenleri anlatırken her şeyin masala dönüştüğünün farkında değil. Bir süre sonra yağmur eve dolmaya başlıyor, doğadan bir biçimde uzaklaşanlara ceza belki, uyarı, her neyse. Evrensel çözücü olarak bilinen ama aslında her şeyi çözmeyen su iş başında, insanları çözmesi yeterli. Zamandır belki evrensel çözücü, hikâyeyi bitirir, zamanı gelince Dünya’yı yutar, Güneş’in büyümesidir çünkü. Her şeydir. Bu hikâye Dünya’dır sadece, zamanın evrenliği içinde birkaç sayfa. Daha da bir sürü şey var anlatılacak, kalsın.
Okumaya tedirginlikle başladığım metni keyifle bitirdim, tavsiye ederim. Bazı veciz sözlerin çapaklığından bahsedecektim, elim varmadı.
Cevap yaz