Genleriyle oynanmış tohumların çiftçilere ne tür belalar açtığını Arzunun Botaniği‘nden biliyoruz, YouTube’da yüz iki bin tane belgeseli de var, tekelleşmiş şirketler devletlerle işbirliği yaparak kendi tohumlarını ektiriyor, çeşitliliği azalttığı gibi besin değerleri düşük ürünlere mahkum ediyor insanları. Michael Pollan’ın Kazakistan’daki elma çeşitlerini incelediği yazısında onca türün nereye kaybolduğunu görebiliyoruz, en çok verim alınan ve yetiştirilmesi en kolay iki üç türün haricinde tadı, kokusu bambaşka elmalar yok artık, daha doğrusu arka bahçelerde hobi olarak yetiştiriliyor zira standartlar belirlenmiş, satın alınacak türler belli, yerel zenginliklere yönelmek iflası da beraberinde getiriyor ki çiftçilerin intihar oranlarının dünya çapında diğer mesleklere göre yüksek olması çok şey anlatıyor. Esra Güven yaziyaban.com‘u açarak kendi tecrübelerine değindiği gibi ata tohumlardan, yabandan vazgeçmeyerek geleneksel tarımı sürdürmesine dair hikâyelerini paylaşmaya başlamış, tohum takası da yapıyormuş, hoş. Hevesli bir amatör olarak zevkle okudum yazılarını, amacı benim gibi amatörlere yol göstermek. “Benim için tıpkı tohumun olduğu gibi bitmiş bir metinden çok bir ‘başlangıç’ anlamına geliyor. Yani kitabın kendisinin de bir tür tohum olmasını diliyorum. Belki tohum üzerine düşünmek isteyenler için bir patika açmayı umabilir, o kadar. Salyangozlar veya karıncalar gibi biz de birbirimizi bıraktığımız izlerden takip ediyoruz. Bu kitapta da tohum konusuna eğilmiş birçok insanın izi var.” (s. 13) Güven başta yabani bitkilerle haşır neşirmiş, sonra tohumların ocağına düşmüş, kültür bitkileriyle kurulduğu gibi bir fayda ilişkisi kurmadan. Bir noktadan sonra tohum politikalarının ne kadar çürük olduğunu fark etmiş, tohumda İsrail’e bağımlı olmamız, ezberciliğin gerçekleri hasır altı etmesi Güven’in “kuru” yazılar yazmasını gerektirmiş zira hamaset politikalarına karşı çıkmak istemiş, bazı türden tohumların yasaklanmasına mesela. “Bir Kültürün Bitkileri ve Tohumları”yla anlam alanlarına bakıyoruz önce, tohumun metaforik zenginliğinde güç, kaynak, tokluk, pek çok çağrışımın izi var, And Dağları’nda patatesin, Hindistan’da pirincin söylencelerde yer bulması, bizde tohumların çeyiz sandıklarına konması, daha da gider. Ülkemizde bu sandıklardan yıllar yıllar sonra çıkarılan, toprağa gömülü testilerin dibinde bulunan tohumlar tarım tarihimizin unutulan bitkilerini açığa çıkardı. “Bugün tohumları malı kılmaya çalışan şirketler dışında değerlerinin bu kadar az biliniyor olması çok acıklı görünüyor. Öte yandan akla yakın da, çünkü tarihin sıfır noktasında avuçlarımızı dolduran tohumlarla kurduğumuz bağ tek tek koptu/koparıldı. Tohumlar ekiciler için bile sadece birer yatırım aracına dönüştü.” (s. 18) Buraya gelene kadar insan bitkilerin hamisiydi, kokusunu, rengini iyi bildiği bitkileri çoğaltmaya çalışır, başka coğrafyalara taşıyarak çeşitlendirirdi ki tohumların tüylerine yapıştığı hayvanlar da bu işi gayet iyi kotarıyordu. İnsanlar kendi canlarından daha çok kıymet vermişler tohumlara, Nazilerin Leningrad’ı kuşattıklarında ölümüne yol açtıkları yüz binlerce insanın arasında All-Union Bitki Endüstrisi Enstitüsü (VIR) çalışanları da var, içlerinden biri elinde fıstık paketleriyle ölü bulunmuş, genetik çeşitlilik hazinesini korumak için yaşamlarından vazgeçmişler. Bugün de tohumlar korunuyor ama ekiciler yapmıyor artık bekçiliği, endüstriyel tarımın yarattığı tek tip ekim kültürü ekilebilir tüm toprakları ele geçirmiş neredeyse, bu yüzden gıda giderek niteliksizleşirken sentetik hedelere ihtiyaç duyuyoruz, katkı maddeleriyle dolduruyoruz bünyeyi. Hayvanlarda da benzer bir süreç işledi, daha çok süt verenini, yem yiyebilenlerini ehlileştirince diğer türler ortadan kalktı, belki daha çok gıda alabiliyoruz ama canlı çeşitliliği açısından dünya çok daha yoksul. Devinimin gözlemcisi, kısmen iştirakçisi olduğumuz zamanlarda mitler, yarı hayvan yarı insan tanrılar, bereket tanrıçaları dünyaya yayıldı, doğanın doğrudan bir parçası olarak daha doygunduk muhtemelen, yaşam daha doyurucuydu. “Tohuma baktığımız, iyisini seçtiğimiz, kokladığımız, sevdiğimiz, sakladığımız binlerce yıldan sonra tıpkı tohumun kuru bir kabuktan dev bir ağaca dönüşmesi gibi hayatımızdaki yeri de dönüştü. Muhtemelen dönüşüm fikrinin ta kendisini de tohuma borçluyuz. Mevsim döngülerinin insan hayatına bağlanması boşuna değil. Doğar, büyür ve ölürüz. Çocuk, genç ve yaşlıyız. İlkbahar, yaz, sonbahar ve kışız. Bir canlılık barındırdığına bin şahit isteyecek küçücük bir çekirdeğin bu dönüşümü neyin canlı neyin cansız olduğuna dair düşüncelerimizin de biçimlenmesini, hatta ölülerin toprağa gömüldüğünde canlanabileceğine dair inanışlarımızı da besledi.” (s. 30) Anılar çok taze olduğu için “başka bir dünya” düşlerinin capcanlı olabildiğini söylüyor Güven, şahsen kentli bir bebe olarak memlekete gittiğimde tohumun ekimine, dere kenarındaki kurbağaların vraklamalarına, ağaçların suya eğilme çabasına dikkat verir oldum bir süredir, tarla almak için para biriktiriyorum ve Güven’in metni gibi metinleri okuyorum, şunu da hunharca tavsiye ediyorum bu arada.
“Tohumun Belleği” nedir, binlerce yılın birikimidir, yeniden ekilebilir tohumların günümüze taşıdığıdır. Ticari tohumlar değil de iyi ve kötü günlere dair belleği içeren tohumlar yerel tohum olarak geçiyor, kaynağı bu coğrafya olmasa da nesillerdir belli bir bölgede ekilmiş, tohumu alınmış ve yeniden ekilmiş olan, mesela kabaklar için ikincil gen merkezi olarak kabul edilirmiş Türkiye, genetik olarak bazı yabancı kökenli bitkiler için çeşitlilik merkezi. Tarım başladığı zaman tüm tohumlar yereldi ama ticaret yolları, sömürgecilik, seyyahlık ve göçler sayesinde tohumların yaşadığı yer değişti, bunun yanında evcilleştirilmeye çalışılan yaban bitkileri de vardı ki çoğu unutulmuş veya pek azı hatırlanıyor. Isırgan, tilkişen, karahindiba gibi bitkilerin ekimi öneriliyor, dönemsel olarak pazarlarda rastlanıyor bunlara, kim bilir kaçı kalkmıştır ortadan. “Yerel tohumlar belli bir bölgenin sınırları içinde yetiştirilen, yetiştirildiği bölgenin iklim koşullarına uyum göstermiş, türe özgü otoburlarla veya hatalıklarla mücadele kapasitesini geliştirmiş tohumlardır. Dolayısıyla yaşadıkları yerle özelleşmiş, kimi zaman yeri doldurulmaz ilişkiler kurarlar. Sevdikleri mekânı mesken tutan yerleşik canlılardır bitkiler. Ancak o mekânla iyi ilişkiler kurabilmişlerse soylarını sürdürebilirler.” (s. 37) Kültür bitkileri vardır bir de, her birinin adı, ekilme biçimi, ekim ve toplama zamanları Türkiye içinde bile yöreden yöreye farklılık gösterir. “Börülce”ye farklı illerde farklı isimler verilmiştir mesela, bunun yanında doğal yayılma yeteneğini yitirmiştir çünkü evcilleştirilmiştir, başka coğrafyada varlığını sürdüremez. Islah süreçleri sonucunda bitkiler hayatta kalma yeteneklerini insanların tercihleri doğrultusunda budamış, tohum insanla olan bağını da hafızasına kaydetmiştir. Güven pek çok bitkiden pek çok örnek verir, karpuzundan kavununa meyvelerin seyrini anlatır, Türkiye’den ABD’ye götürülen tohumlar için dikilen heykelden bahseder. Dışarıdan gelen bitkilerin de kültürümüzü değiştirdiği malum, ithal edilen meyvelerin kültürünün gelmesi için o meyvenin yetiştirilmesi gerekiyordu, misal avokadonun nasıl yenilebileceğine, nasıl pişirileceğine dair bilgiler kulaktan kulağa yayılmış, sonradan Adana’da pamuk ekim alanlarını ele geçirmeye başlayan bitkinin huyunu suyunu öğrenmişiz. Tütün diyelim, dört yüz yıl önce ilk kez ekilmiş bizim topraklara, sonra “Türk tütünü” olarak namını yaymış. “Tohumların yeryüzünü boydan boya nasıl katettiklerini takip etmek, insanların çıkınlarındaki azığa eşlik etmelerini, hatta azık yerine konulduklarını görmek, yalnızca dünyanın tüm ekicilerine ait olabileceklerini anlamamızı sağlar. Kimi yerli halkların kutsal addettikleri tohumlara kendileri de dahil kimsenin sahip olamayacağını düşündüğünü unutmadan…” (s. 43)
Sonraki bölümlerde tohum endüstrisinin toprakta ve insanda yol açtığı tahribat var, ilgilisi mutlaka okumalı. Kendi adıma teşekkür ederim Esra Güven’e, dilerim aradığı her bitkiyi kolayca bulur.
Cevap yaz