Bugün Borges’in üniversite konuşmalarını yazacaktım ama bu kitap çok sağlam silkti beni, öykülerin gücüne hayran oldum, Fırat’ın üslubuna ayrı hayran oldum. Sahaflarda 5 TL’ye bulabilirsiniz, hiç ummayacağınız güzellikte öyküleri okuyabilirsiniz böylece. Okuma sıranız vardır, kafanızda planınız vardır, her şeyi askıya alıp bu kitabı okuyun ya, gerçekten şahane. Onat Kutlar’ın öykülerine benzetebilirim bir tek, özellikle İshak‘a. Benzer bir dil, okurun dikkatini isteyen olay örgüleri, başarıyla kurulmuş karakterler, aradığım her şeyi buldum kısaca. Kitaptaki biyografiden, biraz da internetten çalıp çırptığım bilgilerden yola çıkarak azıcık anlatayım Fırat’ı, kendisi 1923’te Malatya’da doğuyor, 1941’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine giriyor, okulu bitirmeden armoni dersleri almaya başlıyor ve arka arkaya besteleri diziyor. Mezun olduktan sonra önce avukatlık, sonra yargıçlık yapıyor ve 1973’te emekli oluyor. Bu sırada resim de yapıyor, ilk sergisini 1970’te Almanya’da açıyor. Pek çok dergide sanat yazıları çıkıyor bir yandan, çok yönlü bir sanatçı. 2014’te vefat ediyor, Çetin Altan’a göre “önemli” değil, “değerli” bir sanatçı, bu yüzden pek bilinmiyor. Kitabı on yıldır rafta duruyordu, bugüne kadar bekletmem benim ayıbım. 500 sayfalık bir kitabı daha varmış, onu da en kısa zamanda okurum bence.
İlk öykü “Karmakarışık”, nasıl bir kurguyla karşılaşacağımız başlıkta verili. Yatakta bir debelenme ânı, anlatıcı ikinci çoğul şahıs kipini kullanarak anlatıyor, acaba Butor’dan bir esinlenme mi? Öyküler 1943-1995 arasında yazılmış, belki de edebiyatımızda ikinci çoğul şahsın kullanıldığı ilk metindir bu, yüksekten atıyorum ama olabilir mi? Neyse, Yatakta dönüp durmak tek bir sonsuz âna uzatılıyor, düşüncelerle iç içe girmiş devinimde gevşeklik duygusuyla hareketliliğin çekişmesine şahit oluyoruz, ardından monologlar geliyor ara ara, “siz”in kendi kendine konuşması, birinci tekil şahsa dönüyor anlatı, ardından ikinci çoğuldan devam ediyor, hoş teknik. “Ölüm” düşüncesini hatırlamak istemiyoruz -ben de birinci çoğuldan devam edeyim, yazara uyayım- ama bir şekilde aklımıza düşüyor, imgelerin yığışmasına engel olamıyoruz. Kelebekler geliyor aklımıza, rengârenkler dahi rengâhenkler, uçuşuyorlar. “Sayrılı” olanın gözlerinde bu kelebeklerden vardı ama artık yok, ölüm yavaş yavaş yaklaşıyor, birlikte yürüdüğümüz tepeleri, ovaları ne kadar hatırlarsak hatırlayalım, anıların uyandırdığı günlerin sağaltık havasını ne kadar solursak soluyalım, yatağın ötesinde sayrılı yatıyor, gerçek orada, ölümü bekliyor. Acılarının son bulması için bağrına basacak ölümü, beri yandan seviliyoruz ve seviyoruz, acı veriyor bu, sağrılı olan annemiz, sevgilimiz, bir parçamız, öylece yatıyor. İğneci gelip işini bitirince hayalete dönüşüyor, sessizce çıkıp gidiyor. Hastayla aramızda biraz öfkeli, biraz kırık bir ilişki var, onun verdiği zahmetten bahsetmesi bizi sinirlendiriyor, dışarıda güz güneşinin yeterince ışımaması yüzünden loşlukta bir öfkeyi tek başımıza büyütüyoruz, oysa hastanın suçluluğu bizi sakinleştirmeli, öfkelenmeye hakkımız yok. Bu yüzden anılarda kalmak istiyoruz, onun orada olup olmadığını bilmediğimiz, belki yarı kurmaca -aslında kurmacanın kurmacası- bir mekânda onu yaratmak gerekiyor. “Öyküyü başından alıp; ‘Seni buraya daha önce yalnız geldiğimde duymuş olduklarımı paylaşmak için getirdim. Bu sevgi açlığıdır. Ölüme, hem de sevgi karşıtı sayılabilir ne öğretilmiş, ne bellenilmişe ona karşı.” (s. 21) Sevgiyle de bir hesaplaşma var sonda, kaygılıyız ve sona yaklaşmışız, bu başlı başına bir ölümdür, hastanınkinden başka. Fırtına patlayınca havanın ağırlığı aşağı iniyor, bunları düşünüyoruz, bir de geleceğin ne tükenmez, ne uzun olduğunu.
“Bir Gün” yaşlı bir reçberin yaşamının ansızın değiştiği zamana odaklanıyor, olaylar başlamadan önce Fırat kendine özgü bir biçimde doğayı oluşturuyor. Haziran güneşi sönüyor, külrengi bulutlar dağın üzerine yükseliyor. “Ovada, karaltılar, gölgeler bıçaktı sanki. Sivrileşti kayalıklar, ağaçlar korku gibi..” (s. 24) Bu eğretilemeler öylesine kurulmuş değil, bayır aşağı koşan yaşlı adamın yaşayacağı huzursuzluğa hazırlıyor okuru. Diktiği bitkileri kurtarmaya çalışıyor adam, başıboş dolaşan bir atın tarlasına musallat olduğunu görünce bir koşu atın yanına geliyor, sunturlu bir küfür patlatıyor, sonra gençten bir adamın bağırmasıyla duruyor. Yaşlı adam ortakçı, genç de toprak sahibinin oğlu, yapacak bir şey yok. Adam kendisininkiyle birlikte yedi boğazı doyuruyor, ses çıkaramaz. Yetmişinde yeni bir ev de yapmaya kalkmış, çocuklarına ve torunlarına bir dam bırakmak istiyor. İç monologlar bu kez küçük harflerle veriliyor, önceki öyküde tırnak içindeydi. Neyse, adamın çocuklarıyla ilişkisi sallantılı, yaşlı olduğu için kendisinin yük olmaya başladığını anlıyor, gitmeye hazırlanıyor yavaştan. Tarlayı çocuklarına bırakıyor, efendisiyle konuşarak durumu anlatacağını söylüyor, yola düşüyor. Köy kahvesinde arkasından dedikodu dönüyor, tarlasına çökmek isteyen bir hırt iftira atmaya başlayınca susturuluyor, köyde yaşlı adamı sevmeyen pek yok, iyi biri, işini iyi yapıyor, insanlara ve doğaya karşı duyarlı. Biraz Beyhude Ömrüm‘ü andırıyor bu öykü. En sonunda yaşlı adam düşüncelerine dalarak uzaklaşıyor. “‘Yaşamasam da yittiğim yok.’” (s. 41)
Sonraki dört öykü Puspuslu Terelelli’nin masalsı, epik anlatısını oluşturuyor. Bu dört öykü çok başarılı zincir öyküler olarak kurulmuş, Terelelli nam yarı deli mi, yarı ermiş mi, garip bir kadının yaşamının farklı zamanlarına açılıyor. İlk öyküde üç çocukla Terelelli’nin sohbetleri ve doğaya yaklaşımları var daha çok, büyülü bir dünyayı paylaşan üç çocuğun çocuklukları bu dünyaya uygun, Terelelli’nin uygunluğu kendiliğinden. Mağaralarda ve boş ahırlarda yaşıyor Terelelli, doğadan topladığı otları kente inip satarak, tarla bahçe işleri yaparak geçiniyor, geri kalan zamanda yaşıyor ama nasıl yaşamak, bu kadar sihirlisi zor bulunur. Yani nasıl anlatayım, kırsalda geçen bu öykülerde yerlilerin kullandığı sözcüklere ağırlıklı olarak yer verilmiş, bu durum öykülerin atmosferinin oluşumunda büyük rol oynuyor. Diyaloglar, karakterlerin düşünceleri kırsalın yalın yapısında, sosyal ilişkilerinde karakterlerin kişiliklerinden doğan bir bilgeliğin ne kadar girift olabileceğini gösteriyor, burada da Platonov havası var, hatta direkt Can‘ı anımsayabiliriz. Bir öykü Terelelli’nin evlat edindiği çocuğu okutmak için iktidarla ve yaşlılıkla mücadelesini anlatıyor, başka bir öykü Terelelli’nin ölümüyle sonuçlanan sıkıntılı günlere odaklanıyor. Kadının çocuklara ve gençlere anlattığı iki hikâye var, biri Alkarısı gibi mitolojik varlıkları içeriyor, cinlerle insanlar arasında geçen müthiş güzel bir hikâye, diğeri de kendi başından geçen bir olay. Halk hikâyeciliği bir öyküde bu kadar güzel işlenebilirdi, çok başarılı.
Son bir öykü kaldı, ona dokunmuyorum. Toparlayayım, daha fazlasını istiyorsunuz ama yok, Fırat’ın bir kitabı daha var, o kadar. Öykülerin dili mekâna göre değişiyor, mesela imgelerle dolu anlatım bütün öykülerde ortak ama kırsalla kent arasındaki fark doğrudan dile yansıyor, benzetmeler vs. ortamdan doğan ögelerle bezeli. Diyaloglar başarılı, köylülerin konuşmaları ve davranışları tam oturuyor. Okunsun bu kitap, hunharca tavsiye ediyorum.
Cevap yaz