Aşırı postmodern metinleri bilirsiniz. Okur yazar çıkar. Okur yazar kitabı alıp okur, üzerine bir de yazar. Otobüs şoförü okur çıkar, yolculuğu okura okur, yazar o sırada kafayı cama dayayıp uykuya dalar. Yazar aslında yazmaz, yazılmış olanı değiştirir. Beyaz tavşan uçuk bir kitaptan uçuk bir filme, oradan yine uçuk bir kitaba girer. Beyaz sakallı dede altına Harley çekti mi Easy Rider‘daki gençliğine kadar geriye sürer, arada sırada rüyalara girip el alemin hayatına teşne olur, öğütler verir, sopasını yere bir kez vurdu mu Balrog’a dünyayı zindan eder. Karakterlerden biri yazardır, diğerleri yazarın yazdığı karakterlerdir, yazar neyi nereye bağlayacağını tamamen çağrışıma bırakmıştır, bazı şeyler çağrışmasa da muhtemelliklerini bildiğimizden onlar da oradaymış gibi oradalık. Kavimler Göçü ve 500T. Klişe ve daha fazla klişe, daha fazla kullanıldığında yeni bir şey doğurur diye mi klişe? Bir cinayet klişedir ama anlatımı yeniyse klişe değildir. Bir cinayet klişedir ama kimin neyle öldürdüğüne göre yine klişedir, bir insan kaç şekilde öldürülebilir? Bu kitapta birbirlerine ateş eden insanlar çıkıyor ortaya bir ara, aslında içlerinden biri vurulsa öykü yarıda kalacak diye bir şey yok, bu şimdi aklıma geldi, bunu ben yazacağım, kimse elleşmesin. İç monolog, dış mekân, ateş eden edene, kafadan bir mermiyle öykü yarım. Şiddete yer vermeyi sevmem, yazmayacağım, dileyen kullansın ama çoktan kullanılmıştır, çoktan edebiyat tarihinin unutulmuş veya unutulmamış sayfaları arasına girmiştir, öyleyse neden daha fazla zorluyoruz, yeni bir şey mi diyeceğiz? Deriz, Akgün bir şeyler diyor, dikkat ediyoruz, istical ediyoruz, okuyoruz, Burçak karşımıza çıkıyor sürekli. Birkaç öyküde Burçak, misafir gibi girip çıkıyor. Adı girip çıkıyor, Burçak adı aslında Burçak değildir, sadece bir addır, şimdi bu da bir piponun değilliği üzerinden, göstergeler, yapısalcılık, bir şeyi başka bir şeye bağlamanın yolları, hafızadan kurtulmanın kaç kadim yolu, bunların hepsi bir yerde, uzaklarda, Aldebaran’ın ötesinde bir yerde birbirine bağlıdır, evren genişledikçe bilgi de genişler, kara delik hüplettikçe bilgi de tekilleşir, her şeyin en yoğun bilgisi bir en yoğun ruhta, en karanlık gecenin üçünde ve kara deliklerin içinde mazruftur işte, ondan bahsediyor Akgün, öykülerinde Burçak’ı Tülay German’ın söylediği türküye veya bisküviye veya tarlaya veya ziraate veya bir şeye bağlamamasının sebebini bu yoğunlukta arıyorum, Burçak çok mühim bir şahıs, üzerine oyunlar oynanamaz, bir oyunun parçası olabilir ancak, aynı şeyi Sefa Kaplan da yapıyordu Ayşe’yle, Ayşe’nin kırdığı kalbin çıtırtısını ta Küçükyalı’dan duydum ben, Sefa Kaplan’a mail yollayıp söyledim, “Doğrudur,” dedi, “ben o çıtırtının yankısıyla yaşıyorum kaç yıldır, bir de Jan Garbarek’in şarkılarıyla, saksafonuyla.” Birilerinin birileriyle yaşadığının veya yaşayamadığının metinlerin bir yerine ilişik halini okumakta bir teselli değil, üzüntü değil, bir nevi avunma saklı, Akgün hiç oralı değil ama yine de toprağız bence, bir yerden kendisine iliştim ben de, namaz kılmasına ilişmedim çünkü yirmi yıldır Müslüm değilim, değistim, değiştim, deistim, hah. Rıdvan’dı benim için kırılma noktası, bir sınavda ortaokuldaydım ki başka bir sınavda lisedeydim, başkasında üniversite, yüksek bir şeyleri yarıda bıraktığımı hatırladım da rahatladım şu an, o ne saçmalıktı. Edebiyatı daha iyi bilmek için akademi gibi kurumlara ihtiyaç olmadığını anladığım an özgürleşmişim gibi hissettim ve bıraktım gitti, en sonunda fakülteden mail yolladılar bana: “Sayın Mehmet Utku Yıldırım, hayatta bol şans!” Teşekkürler ama konu bu değildi, Rıdvan’ın kim olduğunu bilemedim ben, daha doğrusu melekler cennete giremez dedim sınavda, okulun tam karşısında cami ve ağaçlar vardı, yanlış cevap veriyorsam utanmalıyım diye düşünmüştüm. Sonra utandım, ilginç bir şekilde çok sevdiğim hocam bana meleklerin cennete girdiğini, hatta birinin adının Rıdvan olduğunu söyledi sonuçları okurken. Bence giremezdi Rıdvan, cennette görevlendirilmek saçma geldi ve bıraktım dini mini tayni mo, çok uykum var da saçmalıyorum, kısa keseceğim, Akgün Borges diyor bir yerlerde, o cenahta Borges demeyen yok. Oğuz Atay diyor hatta Hikmet, Albay diyor ki o cenahta demeyen yok, pek de farklı bir şeyle karşılaşmıyoruz kısacası, kaynaklar benzer, farka bakarsak anlatımda bir şeyler var, kafa açıyor bir kere, örüntü aramak yok ama var, serbestsiniz, zorlama sonlara yüz ekşitirsiniz ama bundan da çok yok, iyi öyküler, sıkılmadıysanız çok iyi öyküler, milyon tane benzerinden bıkmadıysanız şahane öyküler, Akgün bazen bıktırıyorsa da kısa kesmeyi biliyor çoğunlukla, yazarı bir yerden çıkartıp noktayı koyduruyor. Bir fikir daha, bunu çalmayın, ben yazacağım. Öldürülen adamın yazar olduğunu söylemiştim, mermiyi yiyince metin yarıda kalıyordu. Aslında kalmıyor, silahlar çekilmiş, karşılıklı duruyorlar. Yazar aslında yazar olduğunu söylediğim değil, onun karşısındaki adam. Ateş ediyor, kafada kara bir nokta. Metin sonlanmıştır. Şiddete yer vermeyi sevmem, yazmayacağım, dileyen kullansın ama çoktan kullanılmıştır, hatta yazdığı daktilo sayfalarına arka arkaya kurşun sıkıp noktalama işaretlerini konduran adamı da yazan olmuştur, kalibreyi küçülttükten sonra her şey mümkün. Akgün’ün öykülerinin kalibresi değişip duruyor, sonlara doğru uzun öyküler, başlardakiler kısa, sonlarda II. Abdülhamid’le satranç oynayan bir okurun gündüz rüyası, yine yazarın kim olduğunu yazardan başka kimsenin bilmediği bir öykü, komplolar, bir şeyler, kimin nereden çıkıp nerede kaybolacağını yazar bilmedikten sonra siz nereden bileceksiniz? Öngörebilir misiniz, kafada oluşan metinlerin başları ve sonları belliyse de bir öyküden roman çıkaran çok yazarımız var, bir romandaki karakteri öyküye yerleştiren yazarımız da vardır, ben bunu tek bir cümleyle yaptım, romandaki tek bir cümle öykülerden birinin ilk cümlesi, o öyküyü romandaki o bölüme koyarsanız sırıtmıyor, harikulade, muazzam bütünlük bozulmuyor ki bu bütünlüğü gözetmek her yazarın boynunun borcudur, bunu yazma hocaları iyi öğretirler, öyküler tutarlı olmalıdır, öykülerin başı ve sonu belli olmalıdır, ansızın olmamalıdır, yavaş yavaş olmalıdır, karakterler yavaş yavaş kurulmalıdır, atmosfer ne çok anlatılmalı ne de çok gösterilmelidir, bu işin kuralları vardır, onlara uymak zorundayızdır yoksa hocaların yakın ilişkiler kurdukları insanların yayınevlerinde veya dergilerinde öykülerimiz çıkmaz, en azından çıkması için uğraşmamız gerekir. Kısacası bu kitap için para harcamak istersiniz, zamanınızı ayırmak da istersiniz, okurken haz da alırsınız ve kafanız karışmaz, iyi bir okursanız neyin nereye gittiğini takip edebilirsiniz, bulup karayı alırsınız parayı, paranın hakkını vermiş olursunuz yani, yayınevinin deposunu biraz rahatlatırsınız, Gandalf size bizatihi teşekkür eder, Atay’ın sevgili okuru olarak Akgün’ün pek de umurunda olmayabilirsiniz ama o da sevinir zannediyorum, sonuçta onca kitap okunuyor ve onca kitabın okunduğundan şüpheliyiz çünkü onca kitap okunmamış gibi bir dünyada yaşıyoruz, onca kitap basılıyorsa onca kitabı kim okuyor? Tepki yok, dönüt yok, yakın çevre veya edebiyat çetesi haricinde haberdar olan da yok, öyleyse yalnız kitapların o kadar da yalnız olmadıklarını göstermek boynumuzun borcu değil mi, o da ne demekse, iyi bir okuruz diyelim, kıyıda köşede bulmuşuz iyi bir metin, okuyalım.
Cevap yaz