Altıntepe’den İdealtepe’ye yürürken bir noktada E-5’in kenarına çıkıyorum, yan yol. Kentsel dönüşümün uğramadığı binaların önünden geçiyorum, şu otoyol kenarlarındaki boyasız, bahçelerinde yabani bitkilerin büyüdüğü iki veya üç katlı binalar. Bitkilerin arasında horozlar koşturur, köpekler havlar, paslı bahçe kapısı açılmadığından yol kenarına park edilmiş bir araba vardır mutlaka. Eski. Marmaray’la Küçükyalı’ya gelirken, istasyondan az önce, hemen sağda da var bir tane, yeni binaların arasına sıkışmış. Çamaşırları sererler, küçücük bir yerde sebze yetiştirirler, beyaz bir Serçe bekler. Kirli. Oralarda yaşayanların ne pahasına tutunduklarını düşünüyorum, şehrin çekiminden kurtulmanın zor olduğunu da düşünüyorum, sonra E-5’in kenarındaki ağıl geliyor aklıma. Paslı bahçe kapısının tam karşısında bir duvar, otobanın sınırı. Merdiven yapmışlar, çıkınca yola paralel ama yoldan daha alçakta kalan bir platform var, uzayıp gidiyor ve bir yere varmıyor, bitiyor bir yerde. Neden? Daha da garibi, Uçar’ın metnindeki parazitlerden biri ele geçirmiş orayı, binalarda yaşayanlar. Merdivenlerden çıkınca tenekeler başlıyor, fidanlar. Biraz daha ileride tahta parçaları, kırık kapılar, sandalyeler, döküntü. Yarıdan itibaren alçak bir, ne demeli ki, ev, tünel, sayısız parçadan bir çatma. Yaşanmaz, çok dar ve sürünmek lazım. Başlarda hayret ettim, sonra içinden çıkan köpekleri görünce anladım, kulübe. Şehrin boşluklarına yerleşen sayısız kondudan biri. Hani Kutu Adam‘daki pratikliğe sahip bir evi kondurmak olur olmaz yerlere: metroların boşluklarına, yol kenarındaki ağaçlıklara, gökdelenlerin tepesine, apartmanların arka bahçelerine, tünellerdeki çıkış kapılarının ötesindeki koridorlara, yürüyen merdivenlerin iç aksamındaki deliklere, bodrum katlarındaki izbeliğin arasına, nereye olursa. Olacak O Kadar‘ın bir bölümünde parazit aile büyük bir dolabın içinde, ev sahiplerine yakalanmadan yaşamayı başarmıştı, bir çekyatın altında da yaşanabilir, o köpek kulübesi eve dönüştürülebilir. Evden anladığımız neyse. Şehirde var olmak için nelerden vazgeçmişsek ev biraz da o, gökyüzüne bakmıyorsak, toprağa çıplak ayakla basmıyorsak evdir, türlü giysiyle unuturuz ki hiç bilmemişizdir, o bağ kopmuştur, yıldan yıla aldığımız da para etmez çünkü aşkınlığı az bildik veya hiç bilmedik, bilmem kaçıncı kattan gördüğümüz göğü camların ardında bırakmıştık. Metni okurken bunları hatırladım, bildim, sonra yürüyüşe çıkıp o kulübenin önünden bir kez daha geçtim. Yıkmazlarsa oradan büyüyecek tümörü hayal ettim. Çatkıdan, atıklardan inşa edilmiş bir şehir betonların arasında ve içinde büyüyor, yıktıkça genişliyor, tükettiklerimizi ev belliyoruz ve büyük televizyon kolisinin içinde yaşamaya başlıyoruz.
Uçar’ın metinlerini heyecanla okurum, yenilikçi anlatılarla karşılaşacağımı bilirim. Ormanda Kaybolmak kapıyı açtı, Yalnızlığın 17 Türü yolu aydınlattı, Bir Çift Ayak en son. Denemeyle anlatı arasındaki geçişkenlik Uçar’ın metinlerinde oldukça yüksek, bu metinde kurgunun biraz zayıf kaldığını söyleyebiliriz. Anlatıcımızın duvarındaki çatlağı keşfetmesi, telefon hattının “ele geçirildiğini” keşfetmesi, çağırdığı tamircinin mevzuyu anlayıp “parazit avcısı”na yönlendirmesi, avcının gelip uyarılarda bulunması ve kızının da parazitlere katıldığını, ara sıra fotoğraf yollayarak sağ olduğunu bildirdiğini ve fotoğraflarında bir biblonun da göründüğünü söylemesi, sonra duvarın ötesinden uzatılan kabloyu televizyona bağlayan anlatıcının öte taraftaki görüntüyü izlerken avcının bahsettiği bibloyu görmesinden ibaret olay, anlatıcı çocukluğunda babasının üst üste binmiş ayaklarını görüyor biblodan başka, kendi yaşamı da parazitliğe bağlanınca metin ortalama bir sona kavuşuyor. Diğer metinlerinde de benzer sonlara başvurur Uçar, anlatı parçalarının vardığı nokta değil de içerdiği meseleler önemlidir. Gospodinov’un sesini duyarız bazı, benzer bir dağınıklık Uçar’da da vardır ama toplaması kolaydır onun, sınırlar iyi çizilmiştir ve dışarıda kalan parça azdır. “Gözlerimi açtım. Saat altı elli. Altı elli beşe kurulu alarm çalmadan beş dakika önce, her zaman olduğu gibi kafamda kurulu saat dürttü ve uyandım.” (s. 74) Lüzumsuzluğun gözle görülür hale gelecek kadarı buradadır, başka bir yerde rastlamayız böylesine, tasarruflar yerindedir. Denemeden, “çatlak” kavramının çağrışımlarından yola çıkıldığı için alan da geniştir, anlatıcı yaşam alanlarının yapısından Boğaz’a uzatır sözü, şehrin ortasından geçen çatlağa. İşte, evde bir tuhaflık olduğunu hissedince arar, aramaktan vazgeçince bulur, beklemekten sıkılınca gelir, çatlak oradadır. Dallara ayrılabilir, başlangıcı ve sonu vardır, belki Boğaz’ın altındaki bir noktadan yukarılara çıkmıştır da anlatıcının dairesine sığınmıştır, bina bittikten sonra havayı çatlatarak yoluna devam edecek, uzamı yırtıp algılanan dünyanın ötesine geçecektir. Yaklaştıkça büyümez, perspektif kaidelerine aykırıdır, üstelik duvarda bittiği yerle başladığı yer hiçbir şey çağrıştırmaz. Gerçekliği reddedilebilir, mantığa sığmaz bir yanı var ama anlatıcıya göre dünyanın geri kalanı da uyumsuz insana, o halde olur, çatlak vardır. “Hiçbir ressamın çizemeyeceği, doğa yapısı bir hat. Benim duvarıma özel bir sanat. Nasıl dünyada birbirinin tıpatıp aynısı patlamış iki mısır tanesi, iki çay yaprağı yoksa tıpatıp aynı iki çatlak da olamaz herhalde.” (s. 13) Otuzuncu katta bir mucize, her lodosla sallanan ve sakinlerinin birbirini tanımadığı, tanımaya niyetinin olmadığı, bir bloktan diğerindeki daireye geçmenin spora dönüştüğü, spor salonlarında zamanın öldürüldüğü modern yuvada. Camlar açılmaz, içeriye insan yapımı bir zımbırtıdan geçmeyen hava girmez, görüntü yeşildir ama çatlakların üzerindeki beyaz ve kırmızı ışıklar manzarayı mahveder. Anlatıcı gözlerini zehirden kurtarmak için Edward Hopper’ın bir eserini asmıştır duvara, bakıp o sadeliği ve alttaki anlamı arar. “Bakışlarımız aslında daha derine, tıpkı Hopper karakterlerininki gibi daha uzağa, resimden, çerçeveden dışarı, manzaradan öteye, kendi geçmişlerine, kaderlerine dalmış. Değiştirmek için hiçbir şey yapmaya yeltenmediğimiz, sadece oluşmasını beklediğimiz kaderimize.” (s. 19) Resim, televizyondaki belgeseller, günde dört kilometre ilerleyebilen hamamböcekleri, şeylere dair çağrışımların zenginliği mühimdir Uçar’ın metinlerinde, anlatıcı orta-üst sınıfın yılmaz bir neferi olduğu için iyi eğitimli, kültürlü bir adamdır, kafası oradan oraya zıplamak içindir, zıplarız. Antropolojiyle mimarinin kesişiminden neler neler çıkar, yayılmayı bitirip yükselmeye başlamamız biri.
Nedir, çatlak vardır, telefon zaten yok, tamircinin dediğine göre duvarın arkasıyla diğer evin duvarı arasındaki boşlukta bir küp, kutu, her neyse çatıdan indirilen teknoloji harikası bir aparat takılır, parazit yandaki evlerin duvarlarını delerek ihtiyaç duyduğu kaynakları alır ve yaşamını orada, o küçücük alanda sürdürür. Modern topluma, kapitalizme, bir şeylere tepki. Sayıları giderek artmaktadır parazitlerin, buldukları boşluklara yerleşirler ki bir binanın otuzuncu katındaki boşluk da buna dahildir. Mevzunun doğurduğu boşlukları kapatmak için uğraşmak gerekebilirdi ama Uçar kolayca halleder, aparatın oraya kadar nasıl çıkarıldığı düşünülmez, tamirci yasalarda açık olduğunu, zaten kimsenin duvara asılı birkaç deliyle uğraşmadığını, idarenin yapacak bir sürü işinin olduğunu söyler, tamamdır, yeriz çünkü olasıdır böyle bir şey, anlatıcı da bilimkurgulardan bahsederek türün uçukluğundan bir parça alıp metne yedirince soracak pek bir şey kalmaz. Bu noktadan sonra özdeşleşme başlar tabii, anlatıcı yandaki zımbırtıda yaşayan kişinin de aynı manzarayı görüp görmediğini merak eder, anlamsız yaşamından kurtulmak için duvarın ötesini enine boyuna düşünmeye başlar. Aslında sondaki o çift ayak, neden olmasın, pek öyle durmasa da anlatıcınındır belki, duvarı yıkıp hayatından kurtulmasına sevinirdim çünkü aşağı yukarı şu: “Taşındığım evler birbirinin aynı. Akıllı tuvaletler, nano boyalar, ortopedik yataklar, akrilik sehpalar, çelik kapılar, torbasız süpürgeler, elektrikli arabalar aynı. Hayat daha iyi veya daha sefil olmuyor. Tam aksine hayat giderek daha kalabalık, daha sıkıcı bir hale geliyor.” (s. 56)
Cevap yaz