Dursteler mikro ölçekte yerel olana odaklanırken anlattığı hikâyeleri/tarihin çok küçük parçalarını makro ölçekteki Akdeniz bağlamına oturttuğunu söyler, iki tür tarihyazımını bir araya getirmeye çalışmıştır. Geniş açıdan bakınca Venedik-Osmanlı sınırındaki siyasi ve ekonomik çatışmaları ve birleşmeleri görürüz, Dalmaçya’daki yaşamlar her türlü ayrıma direnerek bir olmaya çalışmaktadır adeta, diğer yandan iktidarların güç dengelerini koruması, tarihe geçmiş insanların etrafında biriken krizleri çözmesi gerekmektedir, e ne olacaktır? Mikro tarih ölçeği öylesi büyütür ki birkaç figürün üzerinden bir geçmiş perspektifi sunar, aslında daha kapsayıcı bakışı çürütmeye yetkindir de “müstesnalık ve temsiliyet” meselesi karşıt savların türemesini sağlamıştır, örneğin Paola Zambelli’nin eleştirisi kaç örneğin tarihi oluşturmada yeterli olacağına değinir. Bir, on, yüz? Birkaç örnek çağı tam anlamıyla aktaramayacaktır, yine de genelin gölgesinde kalmış bilinmeyeni açığa çıkardığı için önemlidir. “Aslında, mikrobiyografik hikâyeler dar bir noktaya odaklandığından, panoramik toplumsal bir bakış açısından incelendiğinde seçilmesi mümkün olmayan zaman ve mekân özelliklerinin günışığına çıkması mümkün olabilir.” (s. 129) Oryantalist metinlerin ifade ettiği Doğu’yla Batı arasındaki keskin fark Dursteler’ın hikâyeleriyle kaybolmaya yüz tutar, “müstesna normal” kendini kadınların yaşamıyla gösterir. O dönem için büyük ses getiren olayların tırmanışı iki tarafın, Venedik’le Osmanlı’nın hayretini körüklemiştir, devlet adamları krizlerden ötürü şaşkınlığa düşerler zira o dönem kaç milletten insanın bir arada huzurlu yaşadığı bir dönemdir. Olabildiğince huzurla diyelim, devletler arasındaki savaşlar o toprakları Dursteler’ın anlattığı zamanlarda pek etkilememiştir en azından. Braudel’in dediği gibi Akdeniz o zamanlar sayısız, rastgele ağlarla örülmüştür, ticaretinden kültürüne pek çok birleştirici öge “Akdenizli tipi”, varsa eğer, böyle denebilirse, yaratmıştır. Düşünelim, sene 1600 civarı. Atalarımız oralarda doğup ölmüş, biz onların evinde yaşıyoruz ve hayatımızı sıradan işlerle kazanıyoruz. Tarım yapabiliriz, balıkçılık, gerçi bunlar Dursteler’ın ele almadığı bir sınıftan. Ticaretle uğraşalım mesela, aile zengin. Kadınız tabii. Zorla evlendirmeye çalışıyorlar bizi, evlenmeye çalışıyoruz ama izin çıkmıyor, kardeşimiz Osmanlı topraklarına götürülmüş de bizi yanına çağırıyor, gittiğimizde bize bir talip bulduğunu, din değiştirip evlenirsek süper bir hayat yaşayacağımızı söylüyor. Arıza çıkacaktır da bu sonuncular olmasa dualarımızın arasına başka bir tanrı girebilir, Hristiyan olmamıza rağmen kurban kesebiliriz mesela, komşularımızla birlikte oruç tutarız, ne bileyim, onlar kiliseye gidip bir mum yakabilirler. Müslüman kadınların Hristiyan erkeklerle veya Müslüman erkeklerin Hristiyan kadınlarla evlenmeleri türlü şartlarla mümkündür veya hiç mümkün değildir, bunun istisnası o topraklarda görülebilir. Hristiyan bir baba kızını evlendirmeye kalksa drahoma da verecektir, oysa Müslüman bir gençle evlenen kız baba evine para da getirecektir, gelenek farkından ötürü temayül değişebilir ve yadırgama dalgaları yavaş yavaş yok olabilir, öylesi bir iç içelik. Papaz sayısı az olduğu için Hristiyanlar ibadetlerinin gediklerini İslami pratiklerle kaparlar bazen, bunun yanında İnebahtı’dan sonraki zorlu yıllarda pek çok Venediklinin Osmanlı topraklarını göçtüğünü görürüz çünkü hayat ucuzdur, hatta sınırı koruyan Venedikli askerlerin Osmanlı tarafında yaşadıkları bile olmuştur. Aileler sınırın iki tarafında da yaşarlar, fertler birbirlerini görmek için sınırı rahatlıkla geçebilirler. Taraflar birbirinin toprağını kiralar, değirmenini kullanır, hayvanlarını otlatmaz da kendi hayvanını diğerinin toprağına salar, korsanlara karşı işbirliği yapar. Bona pace/”huzurlu bir komşuluk”. Gerçek sınırın nerede konumlandığının bilinmediği zamanlar vardır, yüzyıllar boyunca iki tarafın heyeti de sınır hattını belirlemeye çalışmıştır ama başarılı olamamıştır. Venedik kontları ve Osmanlı sancakbeyleri arasındaki “bitmek tükenmek bilmeyen” mektuplaşmalar boşadır, Venedik’in bu karışımı ortadan kaldırmak için aldığı sert önlemler de boşadır. “Kısacası, Dalmaçya’daki geçici sınırları çok da fazla dikkate almamalıyız; ayırıcı özelliği farklılıktan ziyade benzerlik olan ortak bir kültür, bölgenin siyasi ve dini bölücü sınırlarının ötesine aşıyordu.” (s. 48)
Böyle bir ortamda kadınların failliği ortaya çıkmaktadır, özgür iradeleriyle verdikleri veya zorla aldıkları kararlar onları ülkelerinin korunaklı kiliselerine veya karşı tarafın uzak ülkelerine, saraylarına sürüklemiştir. Dursteler üç beş tanesinin hikâyesini anlatıyor bize, kadınların din değiştirme sebeplerine değinirken eylemin doğuracağı tepkileri de belirtiyor. Din değiştiren birine verilecek ceza iki inancın niteliği gereğince değişebiliyor, birinde kırbaç cezasıysa diğerinde ölüm mesela. Emrah Safa Gürkan korsanları anlatırken aynı şeyleri söylüyor aslında, hele denizde din değiştirmek çok kolay. Savaş bitmiş, esir düşmüşüz, hemen din değiştirip daha insancıl bir muamele görmeye başlayabiliyoruz, yeni dinimizle ilgili hiçbir şey bilmesek, örneğin Muhammed’i Tanrı bilsek de olur çünkü hayatımızı kurtarmak için din değiştirdik, kurtulduğumuz zaman esas dinimize döneceğimiz için geçici olanın bilgisine sahip olmak zorunda değiliz. İnsanları kandırabilmek için birazcık malumat edinmek faydamıza olabilir gerçi, en azından bir iki dua ezberlemek lazımdır. Evet, Fatma Hatun’a geldik, eski adıyla Beatrice Michiel. Anne Franceschina dört çocuğuyla beraber yolculuk ederken gemi korsanların saldırısına uğrar, kadın fidye vererek kendini ve iki kızını kurtarmışsa da köle olarak satılan ve Müslümanlığa, ne denir, geçirilen oğullarının azat edilmesini sağlayamaz. Bu oğullardan birinin adı Gazanfer’dir artık, Gaz diyelim. Cafer adını alan kardeşinin izi bir müddet sürülebilse de abisi kadar yaşamayıp ortadan kaybolacaktır, esas Gaz’ın hikâyesi şahane. Bu adam Kütahya valiliği yapmakta olan veliaht Selim’in hanesinin mensubu olur, Kanuni öldükten sonra tahta geçen Selim iki kardeşi de iç saraya almak ister ama bir şartı vardır: iki kardeş de hadım edilecektir. Edilirler, ikisi de hayatta kalır ki bu işlemin ne kadar zor ve acılı olduğunu Hadımların Dünyası‘ndan biliyorum, yara iyileşmezse insan ölsün daha iyi. Cafer iyileşir de bir süre sonra ölür, Gazanfer Ağa’ysa uzun yıllar devletin en önemli kadrolarından birini doldurup Venedik’in çıkarını kollayacaktır inceden. Nedir, yirmi yılın ardından kız kardeşini İstanbul’a çağırır. Beatrice’nin evlendiği Zaghis nam uyanık, Gaz’ın gücünden faydalanmak için türlü katakulli çevirir. Dursteler burada dul ve soylu veya zengin kadınların yaşadığı sorunlara eğilir, bu kadınların ikinci kez evlenmeleri kutsal dulluğa halel getirdiği için toplumca istenmez, kadınlar bu yüzden alenen aşağılanabilirler. Miras ayrı bir problemdir, kadının tekrar evlenmemesi veya evlenmesi ayrı bir problemdir, eşinin sözünün dışına çıkması, hasılı kadın için her şey bu dönemde olduğu gibi o dönem de problemdir toplum yüzünden. Beatrice’ye bakalım, abisinin yoğun ısrarlarından sonra din değiştirip Müslüman olur, adı Fatma’dır artık. O da bir oyun çevirmiştir, din değiştirerek nikahının düşmesini sağlamıştır, o dönem Müslüman olan kadınlar Hristiyan bir erkekle evli olamayacakları için evlilik cortlar. Ad Fatma ama içeride Hristiyanlık sürüyor, kadın iki dini birden götürüyor ki o dönem için çok da anormal değilmiş bu, din bir araç olarak görüldüğü için kolaylıkla kullanılabiliyor. Bir dünya olaydan sonra tahta geçen III. Mehmed’e askeri başarısızlığından ötürü kurban vermesi gerektiğini söyleyen yeniçeriler isteklerinden bazıları reddedildikten sonra Gazanfer’in kellesini isterler en son, Gaz hayatını kaybettikten sonra Fatma’nın zor yılları başlar. Yine vefa gösterilir kendisine, politik nüfuzu sona ermiş olsa da mütevazı maaşıyla yaşamını sürdürür, tabii tarih sahnesinden silinir.
Dönemin dünyasına şahane bir bakış, okunmalı.
Cevap yaz