Erhan Bener sayısız bunaltıyı yığdığı bu metnini 1950’lerin sonlarında yazmış, Acemiler‘deki karakterlerden birinin ölüme doğru nasıl bunalacağını göstermek istemiş zannederim. Edebî fırtınanın sebep olduğu son dalgalardan birine takılıp giden bu metnin varoluşçuluğa çullandığı, koparabildiğini kopardığı malum, zaten Fransızcaya da çevrilmiş. Haliyle anlatılan karakterlerin şöyle dolu dolu var olmalarını, var oldukça özgürlükle imtihana çekilmelerini, mümkünse yaşama yeni bir bakış vasıtasıyla zenginlik getirmelerini bekliyoruz. Madem mevzuyla ilgili daha önceden kalem oynatmış Bener, bu kez daha yetkin bir metin ortaya çıkarmıştır, niteliği arşa çıkarmasa da çıtayı yükseltmiştir, ne bileyim, acıdan kıvranan insanlar biraz daha genişçe, ruhlarını ortaya dökercesine kıvranmışlardır diye düşünüyoruz. Hani Böcek‘in yazılmasına daha yıllar var, Yiğit Bener’i üniversiteden arkadaşlarıyla birlikte nezarette ana avrat küfür yerken bulan Erhan Bener küfürbaz komiser bozuntusuna çıkışmamış henüz de o deli dehşet karakterini yaratmamış, tamam da oraya doğru ilerliyor, yazdıklarında mahirliğinin izleri beliriyor yavaş yavaş diye takla atıyoruz. Yok hiçbiri, edebiyatımızın en gudik metinlerinden birini sunmaktan esef duyarım. Kedi ve Ölüm, Bener’in seri üretime geçtiği doksanlardaki romanlarından hallice, yine PKK’dır, bayat felsefeli bireyciliktir, bir şeyler vardı o romanlarda. Ressam Zahit bize ölümle hesaplaşması sırasında döktüğü gözyaşlarından başka hiçbir şey vermiyor. Kendisi Anadolu’nun çorağından kopup gelmiş, yeni rejim tarafından Belçika’ya sanat tahsil etmesi için gönderilmiş bir adam, altmışlı yaşlarında üç aylık ömrünün kaldığını öğreniyor ve psikotik hallere girerek kabuslarını yaşamına taşıyor. Kedi ölümün simgesi, düşlerinden çarpık gerçekliğe sızınca Zahit hayvanın kafasına indiriveriyor süpürgeyi, böylece ölümü alt ettiğini düşünüyor. Aşırı basit sembollerin arasında süzüldüğümüz anlatı boyunca Zahit’in yaşamının tüm evrelerini görüyoruz, derine inmeden. İki yıllık tahsilinin, öğretmenliğinin, evliliklerinin ayrıntıları hemen hiç yok, olayların dökümü karakter tahliline müsaade etmeyecek kadar hızlı. Bakalım, önce bir Eminönü tasviri, vapurlar, satıcılar, köprü. Kamera adamımıza odaklanıyor nihayet, Ressam Zahit etrafı izliyor, o sıra söz atan, kahkaha savuran, yalpalayarak yürüyen, Amerikan pantolonu giymiş bir grup genci gözlemliyor da huysuz bir ihtiyar olduğunu sezdiriyor, gerçekten bir süre sonra herkese bir kulp taktığını, gençlerle pek münasebet kuramadığını göreceğiz, kendi oğlu dahil. Neden, nasıl, oğlanın mı derdi var, Zahit mi dingil? İyi bir baba olup olmadığını düşünüyor, iyiymiş ama olmamış, aradaki uçurumu kapayamamışlar, zaten üvey annesiyle yasak ilişkiye girmiş de olabilirmiş oğlan. İhtimallerin üzerinden senaryolar türeten Zahit’in hayal gücü o kadar kısır ki ressamlığından şüphe duyuyor insan, anlatı boyunca resimle alakalı hiçbir şey yapmaması caba. Aklında ustalık eseri var, öyle natürmort veya toprak kokan köy resmi değil, İyem veya Arbaş gibilerin dandik eserlerinden çok daha iyi de eli varmıyor Zahit’in, üç aylık ömrünün kaldığını söyleyen doktordan başka bir doktora da gitmiyor ki teşhisin doğru olup olmadığı ortaya çıksın. Çocukça mantığıyla gidip gitmemenin bir olduğunu düşünüyor, Belçika’dan memlekete dönünce herkesin önünde eğileceğini düşünmesi de aynı mantığın ürünü. Kimse el üstünde tutmamış onu, kıyıda köşede açtığı bir sergide eserleri satılacak gibiymiş de birileri gammazlayınca olmamış. Neyi gammazlıyor, Zahit bir yerlerde bir haltlar mı karıştırdı, nedir? Ortaokulda bir öğretmenlik koparıyor en fazla, arada birkaç resim yapıyor ama tutmuyor, en sonunda işi ticarete döküp kıytırık resimler yapmaya başlayınca para kazanıyor az çok, iyi de bunların ne idiği? Mesela Türkiye’ye döner dönmez niye evleniyor bu adam, Belçika’da kırdığı cevizlerden sonra şak diye evlenmesinin bir açıklaması yok. “Orta halli bile sayılmazdı ailesi. Fazla bir çeyizi yoktu. İlkokuldan sonra babası okumasını istememişti. Elinden dikiş gelir, ev hanımı, terbiyeli… Hepsi bu. Daha fazlasını bekleyemeyeceğini biliyordu. Razı olmuştu kaderine. Oysa herkes acımıştı kıza. Damat çirkin.” (s. 25) Yani pek de koşullanmış birine benzemiyor Zahit, aile kurma gibi bir kaygısına da rastlamıyoruz, olay buraya varıyor. Beş yaşındaki kızının İspanyol nezlesinden ölümünün yarattığı tahribatın teferruatı yok, bir yerde ilk eşine çok çektirdiğini söylüyor da nasıl çektiriyor, ikinci eşine neden çektirmiyor ve yaşlılık korkusu mu sarıyor da evleniyor ikinciyle, evlenir evlenmez yatakları neden ayırıyorlar, sevişmeleri neden aksıyor, hiçbir şey yok yahu. Belçika’dan iki mekan, üç kadın geliyor İstanbul’a, Zahit onları iyi kötü aklında tutabilmiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ne olduklarını merak ediyor da oralara dair resimle veya kişilikle kaynaşmış hikâyeler arıyor şu deli gönül. Ne buluyor: Zahit o zamanlar bohem, kadınları etkilemek ve sanatçılığını göstermek için yanağını yarıyor bir güzel, çirkinliğine çirkinlik katıyor. Sebep? Van Gogh’a özenmiş, bu kadar. Bir süre takıldığı kızın biri yapıştırıyor gerçeği: Doğulu gibi davranıyor Zahit, o kadar baskıcı, sağlıksız, korkutucu. Tutarlılığını sağlayacak, dengesizliğini açıklayacak karakter tahlillerine tenezzül edilmemiş, Zahit’i matrak kılıyor bu. İlk eşi öldükten sonra içkiyi sıçkıyı bırakıyor, ağır mümin kesilip namaza niyaza başlıyor, her kurbanda bir hayvanı yatırıyor, şu bu, sonra kadına düşkünlüğünü “hatırlayıp” iş peşinde koşuyor, zamparalık yapıyor, dua falan kalmıyor. Ölüm döşeğinde yatışı bayrama denk gelince eşiyle oğluna kurbanı unutmamalarını söylüyor, delirtir. Kendisi sık sık düşünüyor delirdiğini, özellikle o kedi ortaya çıktıktan sonra durumu kötüye gidince. Geçmişindeki insanları görmeye başlıyor, yatağına oturan tuhaf kadını da kediyi döver gibi dövebilseydi ölümden yırtabilirdi belki.
Evi eşinin üzerine yapmayı düşünür Zahit, belki oğlan sattırmaya kalkar da elde avuçta hiçbir şey bırakmaz. Eh, eşle oğlanı beraber gördüğü zaman aymıyor demek ki, Zahit aslında pek de umursamadığı kadının evi oğlandan esirgeyeceğini düşünüyor. Nereden tutsak elimizde kalıyor metin, biraz daha tutup bırakacağım. Zahit çok zengin olsa her şeyin başka türlü olacağı da şüphelidir çünkü çok para saadet getirmez. Aşk lazımdır Zahit’e, aşkı arar. Başka da bir yerde aramaz ha, aşkın harfi geçmez, zamparalık vardır bir. Tanrının onu öyle yarattığını, yakında hesap vereceğini düşünür, kendini ölüme hazırlamaya başlar ama bu onu aşan bir aktivitedir zira kimse ölüme hazırlanamaz. Vay yarabbi. İlk eşinin çıplak bir resmini yapmayı düşünmüştür Zahit, kadının utançtan ağlamaya başlamasıyla projeyi rafa kaldırır, kaynatasından da Müslümanlıkla ilgili bir nutuk dinleyip azar yer. O kadar ciddi bir sesi var ki metnin, kaynata bu hasta ve umutsuz adamı sözleriyle çat çut döverken ortaya çıkan manzaraya gülünür. Erenköy’de denize girenlerin kıçına başına baktığı sahne de iyi, Zahit orada, “Keşke herkes ölse,” dese şaşırmayacağız. “Çayını yudumladı. Soğumuş, tatsız. Ağzının içi yapış yapış. Bir anlık heyecan sanki bütün gücünü tüketmiş. Dili kuru, bardağı tutan elleri titrek.” (s. 74) Vay Zahit’im ya, demek çayın tatsız. Deri hastalığı geçirmişsin on yıl önce falan, o yüzden denize giremiyormuşsun, bence girebilseydin sallamazdın insanlara, onlara çiçek ve biber verirdin, beraber yerdiniz kumsalda. Hayat daha güzel olurdu, şöyle iki resim yapıp keyfine bakardın, hayat bayram olurdu sana. Şimdi ölmek zorundasın. Öl.
Bu kadar kötü bir romanı en son Bahaeddin Özkişi’den okumuştum, başım ağrımıştı. On küsur yıldan sonra neden Erhan Bener okumadığımı hatırladım.
Cevap yaz