Asım Bezirci demiş: “Yani iyisin hoşsun, iyi de yazarsın ama biraz toplum halk falan yaz.” Necati Tosuner dedi: “Görebilse toplumun da halkın da âlâsı vardı bende.” Doğru, var ama içeriden yazılacak işte, yani siyasi mahkum olur, geldiği yeri unutan kodaman olur, böyle şeyler. Tosuner’in yazdıklarını tercih ederim, o toplumculuğu azıcık arayarak bulmak iyi, Tosunerce bulmak daha iyi. Klasik hikâye anlatımına yaslanarak yazılanların tadı tuzu yok. Bir Gün Tek Başına elbet büyük roman, Colson Whitehead tabii ehil romancı, ama, ne bileyim, “ders roman”lar ders dışında pek bir şey vadetmiyor. “Bu roman itilmişlerin, kakılmışların, ezilmişlerin hayatını yakından dikizletiyor.” İyi de dikizletmekten başka bir şey yapmıyor, ne bir oyunu var, ne hikâyesinde bir alımlılık, absürtlük, sıfır. Polat’ın metninde ilgimi çeken tek kısım seçim öncesi mahalle kahvesine gelen elemana çıkışan deli karakterin ön plana çıktığı sahneydi, ciddiyetle konuşan adama soru faslında, “Siz mecliste napıyonuz? Bence sikişiyonuz! Karı getiriyonuz, gavatlar!” diye ünleyen adamımız gayet latif, on numara çatlak, süper bir kardeşimiz ama muadilini -en azından içinde yer aldığı yan hikâyenin muadilini başka yere koymayınca, metne dağıtmayınca o öyle bir pik olarak kaldı, gerisi mahkeme duvarı. Roman yani, genişçe bir alan var elde, iki mektup koymakla veya anlatıcıyı değiştirmekle olacak gibi değil artık. Yüzler bu açıdan oldukça sıkıcı. Asgari roman. Asgariden memnun olanı, halk malk görmek isteyeni tatmin eder, anlatım biçimine veya üsluba öncelik verenleri boğar. Yemek fasılları boğar sırf, rakının yanındaki peyniri dilimleyip ağır hareketlerle ağzına atan, yavaş yavaş öğüten birini görmek istemiyorum artık, gerçekliği sırf bu yolla sağlamanın önü alınmalı. Nasıl alınmalı, mesela o peyniri öyle yapıp böyle yemek Word’de kırmızı alarmları çaldırmalı, bilgisayar şak diye kapanmalı falan. Neyse, başka, bölümlerin epigrafları doğrudan, bodoslamadan karakteri işaret ediyor, hani bir gizi sunup da hikâyede açmıyor veya açılanın ötesini işaret etmiyor, e hikâyeyi olduğu gibi taşıyan epigraf ne işe yarıyor? Şekilli başlangıca gelelim, Ankara manzarası. Kapağı İstanbul’a atamayanların, orada tutunamayanların mekanıdır Ankara, yani olaylar Ankara’da geçiyor. Abdullah Cevdet Sokağı -bu zatın “ırk ıslahı” fikri verilmiş arada, kalmış öyle, üsluba dönüşebilecek dağınıklığın devamı gelmemiş- tutunamayanlardan birkaçının takıldığı meyhaneyle biliniyor hikâyede. Anlatıcı yakın gelecekte yaşanacak olayları aktarıyor, garson Orhan müşterilerden kalan rakıları ziftlenip çalışırken patrona yakalanınca şutlanıyor, şutlanmasa cezaevinden arkadaşı Arif ve Arif’in şirketinde çalışan Nazım’la başka türlü konuşacaktı, olmadı. Buradan karakterlere geçebiliriz, biyografiler hazır, derse başlamadan önce görelim: Nazım’ın babası Ruhi darbeden önce devrimcidir, darbeden sonra necidir bilmiyoruz çünkü örgütün yurt dışı bağlantısıyla arazi olur Ruhi, eşi Aysel karnındaki bebeğiyle bir başına kalır. Ruhi geri dönmez, Aysel çocuğu doğurur, dangalak bir sevgili de yapar ki Nazım’a yakalanıp toparlayamasın durumu. Dangalak tam bir karikatür, varlığı yetecekken birkaç gevelemesine yer veriliyor, geçmişi de var azıcık. Fazlalık. Nazım işletme okuduktan sonra işe giriyor, kriz yüzünden şutlanınca doğru Arif’in yanına. Devrimci patron Arif hemen çakıyor durumu: “Her şey açıktı. Camdan dışarı baktı. Gözünün önünden koca bir otuz yılın özeti geçiyordu; kimi yok olan, kimi savrulan yaşamlar, arkadaşları… Kendini görüntülere kaptırsa karşısındaki çocuğu unutabilir, hüngür hüngür ağlayabilirdi.” (s. 15) Ağlayamaz çünkü ikna edici bir derinliği yok ama önce Nazım’ın başından geçen aşırı tırt olaylara değinmeli. Kardeşimiz yatlara dondurma satarak yolunu bulabileceğini keşfeder, Marmaris’in yerlilerinden Ferit’le ortak olur. “Benzin kaplarındaki kimyasal kalıntı” yüzünden bozulan tekne motorunu yaptırmak için Yamahacı Nuri’ye giderler. Adamın muhabbeti gayet sakildir, sikli soklu konuştuğu için ondan tiksinmemiz gerekir sanıyorum. Sonra kaçak rakı sunar, hep beraber içerler, arada otellerin, pansiyonların falan kaçak rakıyla milleti nasıl dolandırdığını anlatır, AKP’nin rakıdaki vergileri artırmasıyla kaçağın kıymetinin arttığını söyler, bir de ölümlerin. Dersimizi aldık, memleketin hali ve partinin bokluğu tamam, e bir zehirlensin bunlar. Sonra kayalardan atlayıp kayalara çakılan çocuğun uzunca hikâyesi, bundan da sağ çıkabiliriz. Teknelere dair bilgi bombaları, ileride tekne alacaksak şimdiden bilgi ve fikir sahibi olabiliriz, güzel. Nazım gençken aklıyla düşünmediği için kızın tekinden şamarı yer, böylece kişiliği iyice oturur. Bu oturmayla ilgili hiçbir şeye rastlamayacak olmamız, eh, kurmacanın cilvesi?
Arif. Eşi ve kızı var, ikisini de görmek istemiyor. X5 almak istiyormuş ama alırsa eskiden savunduğu değerlere ters düşecekmiş, o yüzden almıyormuş. Yani o kadar parayı kazanırken hiçbir sorun yokmuş demek ki, X5 belirliyor. Yaşamında istediği gibi gitmiyormuş bir şeyler, gitsin diye Naz’ı ziyaret ediyor sık sık. Cinsellik faslı, Naz’ın eskort olma süreci, meh. Mahallenin dayısı haraç kesmeye başlayınca müşterilerini elit beyefendilerle sınırlı tutmaya başlamış Naz, sermayeyi iyi kullanıyormuş. Buradan da bir tedrisat: “Yaşamak için rol yapmak gerektiğinin ayrımına çoktan vardığı yıllardı. Ancak o, toplumun koşullandırmasıyla gündüz işte gece evde başka kimlikler taşıyan, yaşamak için konumlarını meşrulaştırmak zorunda kalan insanlardan ayrı olarak bütünüyle tensel ve dürtüsel bir ikiyüzlülükle; boşalma taklidiyle işini görüyordu. Belki de her şey memeleri sarkmış ablalarının cümlesinde saklıydı: ‘Olgunlaşıyorsun kızım!’” (s. 50) Ööf. Arif para babası, kimseye hesap vermek zorunda değil, karısıyla atışan çok az erkeğin yapabileceği bir şeyi yaparak üstünlüğünü ispatlıyor kendine, bir daha Mamak’a dönmek istemediği için deli gibi uğraşıyor. Ha, pes ettiği nokta da cunta anayasasında çıkan oylar. Kimler için mücadele ettiğini, hapis yattığını anlıyor Arif, davadan vazgeçiyor. İnsanı ecüke eden enfes bir bölüm daha var, bu kardeşimiz gençken afiş yapıştırıyor bir apartmanın duvarına, kapıcı çıkıp engel olmaya çalışıyor çünkü ertesi gün o afişi duvardan sökmek için çok uğraşacak. Arif buna sallıyor bir tane, üç kuruşa çalışmasını engellemek için afiş yapıştırdığını biraz tatsız bir dille açıklayınca kapıcı çıkışıyor, aç karnı doyuyormuş sanki afiş yapışınca. Arif tekme tokat giriyor, adamı indiriyor yere, uzaklaşırken müthiş felsefi düşüncelere dalıyor: “‘Neden? Neden anlamıyorlardı her şeyin onlar için olduğunu?’” (s. 55) Pü Allah onları yani, haklı bir isyan. ODTÜ’de eylem, sonra mahalleden arkadaşlarla hep beraber gözaltı keyfi, yallah hapis, hapiste tanışılan arkadaşlar. Oğlunu görmeye Gülten Akın da geliyormuş bu arada, önemli. Hapisteki arkadaşlardan biri Orhan işte, âşık olduğu kızı kaçırdıktan sonra başına gelmeyen kalmamış, hapisten çıkınca da gelmeyen kalmamış, doğruca Arif’in yanına. Oydu buydu, o meyhane gecesi üçü Arif, Orhan ve Nazım, üçü “gel lan gezelim” modunda takılıyorlar arabayla, bir yere çekip demleniyorlar. Arif tam bir namus timsali kesilerek yandaki arabada sevişenlere takıyor, resmen sikiştiklerini söylüyor, şikayetçi. Orhan bunları en baştan beri bir pavyona götürmeye çalışıyor, hani pavyonun sahibiyle anlaşmıştır da bunları bir güzel yolacaktır belki, yok, sadece eğlenmeye götürecek. Gidiyorlar, Nazım içkiyi kaçırınca zibidilik yapıyor falan filan derken bu bodoslamadan yazının da sonuna geldik, neyse ki romanın bodoslamadanlığını aştık, hoş oldu. Evet.
Cevap yaz